25 Eylül 2011 Pazar

Güven-2



  “-Allah vere de şu köye vaktinde yetişebilsek” dedi öndeki adam. Köyünden çıkalı tamı tamına yirmi yıl olmuştu. On sekizinde eline bir silah tutuşturulmuş ve hadi denmiş bitir şu işi. Kan bu hiçbir şeye benzemez. O da beni kan tutar deyip sokmuş beline tabancasını kaçmış büyük şehre. Yirmi yıl büyük şehirde saklanmış. Avcıyken av konumuna düşmüş. Oradan oraya bir yastık bir döşeğiyle semazenler gibi dönüp durmuş.
   “-Kurtlar pek yanaştı. Yetişemeyeceğiz galiba. Biraz daha hızlanalım koşar adım çabuk olalım. Kurtlar değil bizi bu tipi mahvedecek. Nerede bu köy” diye huzursuzca söylendi. Zayıfça ama sportmen bir görünüşü vardı. Soğuktan dikleşmiş üç günlük sakalı, yüzünün inceliğine yakışmayan yayvan burnu kıpkırmızı olmuştu. Ardına baktı geliyor mu diye. Geliyordu hem de o kadar kayıtsız geliyordu ki sanki oralarını yıllardır buna vermişler bu da ekip biçmiş ve her ekip biçtiklerinin meyvesini yemiş yetmemiş bir de garip gurebaya dağıtmış gibi. Oysa otobüsten inmiş ve köyüne giden bu sapa patika yola henüz vurmamışken görmüştü. “oglim nereye? “ diye buna sormuştu? “pen puraların yapancısıyam, senunla kışlık edepilirmiyim, korkirem tek paşıma” diye peşine takılmıştı. Kimdi neydi diye düşünecek vakti yoktu, Allah’ın yolunu mu kıskanacaktı adamdan. Hem çok yaşlıydı, hem de beline, öte berisine dikkatlice bakınca hiçbir şeyinin olmadığını anlamaya yetmişti. Kendisi doluydu, onsekizinde verdikleri o lanet ondörtlü halen belindeydi. Yetmişinde kır sakallı, üstünde bu dondurucu soğuğa rağmen ince bir pötikare gömlek, üzerinde yamana yamana yer kalmamış eski bir hırka, kıldan bir çoban pantolonu ve ayağında en az hırkası kadar eski handiyse askerden aşırmış kabul edilebilecek bir potin vardı. “Babalık, bu havada sen nereden düştün ve nereye gidiyorsun?” diye hakikaten meraktan sormuştu. Böyle bir kara kış günü ihtiyar başına ne arardı. Delimiydi, divanemiydi yoksa eskiden kalma harami miydi?
    Hoş kendisi de bu ihtiyarcıktan farklı değildi. Köyüne dönecek gün bu gün mü olacaktı. Dayanamamıştı artık. Köyünü özlemişti. Büyük şehir onu iyice korkutmaya başlamıştı. Her Allahın günü yer ve iş değiştir, öyle bir ruh haline girmişti ki baktığı her insan onu vurmaya gelen kanlılarıydı sanki. İnsanların gözlerinin içine bir dakika bakamaz duruma gelmişti. Hem korku hem boğaz tokluğuna çalışmak onu iyice bezdirmiş bir arayışa itmişti. Ve o da her şeyi göze alıp köyüne dönmeye bir anda karar vermişti. Ölürse de köyünün yolunda ölürdü. “ben”  dedi ihtiyar “asakir yarenimi körmeye geliyirim. Ölmeden evvel gel görüşelim diye pi telegraf atmişti pana. Pende çiktum yola, ne pileyim pen puraların kari bu kadar donduruci olayi. Pizum oralarda karlar adama pu kadar ısırmaz ona aldandim”.

   Tipi o kadar şiddetlenmişti ki değil birbirini görmek burnunun ucunu göremez durumuna gelmişlerdi. Kurt sesleri iyice yakınlaşmıştı. Yürümekte mümkün değildi. Bir kovuk bulsalar tipi dinene kadar diye iç geçirdi. Ardına baktı, ihtiyarı belli belirsiz gördü. Geliyordu hem de kendisinden daha dinç. Vardı bunda bir şey ama haydi hayırlısı diye düşündü. Biraz duraksayıp ihtiyara “bir ağaç kovuğu bulalım, tipi dinene kadar” dedi. İhtiyar hiç oralı olmadı, hatta çok kızgın bir şekilde “pizum oralarda durana yol vermezler, yol allah’a gider, gidelim uşağum, kurtuluş yakindur, ha gayret!” dedi.
   Belli belirsiz bir ışık görmüş gibi oldu. İki saattir yoldaydılar ve tipi de iki saattir peşlerini bırakmamıştı. Ne yüzünü ne el parmaklarını hissedebiliyordu. Donmuştu da bir göz yanılsaması mıydı bu ışık. Hira Dağı’nda Hz. Muhammed(s.a.v)’in gördüğü Rabbi’nin ışığıydı sanki. Bekli de ölmüştü ve ışık aslında Cennet’teki Tuba ağacının ışığıydı. Son kez yalvarırcasına ihtiyara bakmaya karar verdi. İhtiyar yoktu. Nereye gitmişti? Eyvah ben hakikaten öldüm, zavallı ihtiyarcık beni bırakmak zorunda kaldı diye iç geçirdi hüzünlü hüzünlü. Olduğu yere yığıldı. Kımıldayamıyordu oysa ışığı görmüştü. Tipi de kesilmişti, kendisi de. Kurtların sesini hem duyabiliyor hem de kendilerini görebiliyordu. Bu iş buraya kadarmış dedi içinden. Son kez belini yokladı. Kurtlara yem olmaktansa beynini uçurmaya karar verdi. Kelimeyi Şahadet getirdi. Silahını kurtlara doğru tuttu. Son mermiyi kendine saklayacak diğer mermileri kurtlara sallayacaktı. Kurtlar çok yakınındaydı artık. Tane tane seçebiliyordu onları. Kızıl gözlerinde vahşi açlıkları ve o vahşiliğin ortaya çıkardığı salyalarını teninde hissedebiliyordu.

   Horozu kaldırdı ve peşi sıra tetiğe bastı. Bir, iki, üç, dört ve on üç. İkisini devirmiş olabilir miydi acaba. Diğerleri kaçmış olabilir miydi. Bunları yapabildiğine göre daha ölmemişti. Peki ihtiyara ne olmuştu. İhtiyara şu andaki düştüğü bu vahşi acizlik durumunu unutarak acımaya başladı. Ne ki kurtlar etrafında çember olmuş en zayıf halini kollamaya başlamışlardı. Silahını şakağına dayadı. İşaret parmağını tetiğe getirdi. Yapacağı pek fazla bir şey yoktu. Tekrar kelimeyi şahadet getirdi. Allah’ından af diledi. Tam tetiğe basacakken bir şey oldu…
Devam Edecek…

                                   T.R.Karabandoğlu-Tiba’nın Köpeği Piba-1-uzun öykü..(foto:sumit sen)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder