Kırlarda yürümeyi uzun zamandan beri özlemişti. İş güç derken anca vakit bulabilmişti. Tatlı bir bahar esintisi bu Pazar sabahını kır çiçekleri kokusuyla donatmıştı. Çoğu zaman özellikle de kırlara çıkamadığı vakit hüzünlü bir yapısı olur, aksi, huysuz, ihtiyarcık oluverirdi. Arkadaşları buna bir anlam veremez eski halini özlerlerdi. Bugün kırlardaydı işte. Bütün bir hafta arkadaşlarına eski kimliğini gösterebilecekti.
Bir süre derin bir nefes çekti. Kır çiçeklerinin kokusu çam kokularıyla beraber ciğerine nüfuz etti. Ve bundan çok büyük bir haz duydu. Yürürken hem etrafına bakınıyor hem de her zamanki gibi yerde, ağaç diplerinde ilginç kaya parçalarını arıyordu. Bu işi yaparken o esnada tesadüfen orada bulunan birisi bunun hakkında “yüzde yüz ya mühendis…ya da toprak kazıyıcısı derdi”. Yine böyle bir anda bir Doğu Karadeniz meşesinin hemen dibinde gözlerini bir ışık alıverdi. Bir iki adımda oraya yönelip meşe ağacının dibine çöreklendi. Geçen sonbahardan beri toprakla henüz karışmış, artık toprak rengini almış yaprak artıklarını toprakla beraber eliyle şöyle süpürdü. O ışığın buradan geldiğine o kadar emindi ki hızla bu kez de avuç avuç toprağı eşeliyor, ne ki aradığını bulamıyordu. “Hem ışık ver hem de beni piç gibi ortada bırak” diye söylendi. İki elini birden kürek gibi kullanmaya başlamıştı, yoktu işte! Bu kez de parıldayan neyse onun gibi düşünmeye başlamıştı…”bakmayın şuna”. Çok kızmıştı ama yine de ona hissettirmedi. “Sana mı yenileceğim, bulacağım ve ne olduğunu öğreneceğim” diye bu kez de kendi kendisiyle sesli konuştu. Bir ara sağına soluna bakarken bir taş fark etti. Meşe ağacının bir metre sağında yol kenarının hemen çim tarafına bakan kısmında kırmızımsı, kenarları tırtıklı, üstü keskin nesne fark etti. Gözleri ilk an bir kaya parçası olabileceğini resmetti. Merak edip ayağa hızlıca kalktı. Genç değildi artık bu ani hareketler bazen başına iş açabiliyordu.
Gözleri karardı. Tekrar olduğu yere çömelmek istediyse de bunu başaramadı. Tansiyonu düşmüştü hiç olmazsa ağaca elini koymak ve ondan destek almak istedi. adım atmaya çalıştıysa da bunu başaramadı. Dizlerinin aşağısını hiç hissetmiyordu. Gözleri de hiçbir şey görmemeye başlamıştı. Sırtından kalbine doğru bir bıçak saplandı. Halen ayaktaydı ve bilinci açıktı. Düşündüğü acaba tansiyon mu yoksa kalp krizi miydi? Son bir gayret edip yere çömelmeyi başardı. Halen bütün belirtileri vücudunda taşımaktaydı.” Lanet kalp krizi tam zamanıydı” diye söylendi. “Eyvah ölecek miydi yoksa, bu dağ başında, ölümü bile kırk gün kimse bulamaz burada” diye söylenmeye devam etti.
Koşuyor hiç durmadan koşuyordu. Arkasından gelenlere yakalanmamak için kendini paralıyordu. Yollar iyice daralmaya ve sığ bir orman çalılığını almaya başlamıştı. Artık koşamıyor yürümekte bile zorlanıyordu. Nihayet bir açıklık belirdi. Oraya doğru yürümeye başladı. Yüzü dikensi çalılardan çizik çizikti. Terlenmiş, kalbi hızla atmaya başlamıştı. Açıklıktaydı şimdi. Açıklık daire biçimindeydi ve kendisini dairenin tam merkezine doğru attı. Önü karanlık, ardından gelenler vardı. Şimdi daha mı güvendeydi acaba. Oysa az önce güvende hissettiği dairenin merkezi kendisine daha korkutucu gelmeye başlamıştı. haklıydı çünkü daire merkeze doğru daralmaya başladı. Karanlığa doğru koşmaya başladı. Karanlık dairenin merkezinden daha az korkutucu geliyordu şimdi. Karanlığa koştukça karanlık hızla uzaklaşmaya başladı. Bu durum bir süreliğine devam etti. Yorulmuştu artık. Etrafına bakınca ne kadar koşarsa koşsun dairenin merkezinden bir milim bile oynamamıştı ve daire artık iyice merkeze doğru daralmıştı. “Eyvah” dedi. “Bu daire falan değil, bir kara delik, şimdi ben bittim!” diye ağlamaya başladı. Geçenlerde bir dergide uzayın vampirleri başlığıyla kara delikleri konu edinen bir makale okumuştu. Onun da etkisindeydi. Şimdi ardındakileri kurtarıcı olarak görmeye başlamıştı. Ardındakiler yoktu ve şimdi daire o kadar daralmıştı ki kendisi olmuştu.
Gökyüzü alçalmış mıydı neydi? Sağına soluna bakınmak istedi yapamadı. Boynunu çeviremiyordu. Öylece yere sırtı koyun uzanmış, gözlerini gökyüzüne dikmişti. Güneş vardı ama gökyüzü mavi değildi. Oysa gökyüzünde bulut falan da görmüyordu. Niçin öyle yatıyordu. Burası neresiydi. Hiçbir fikri yoktu doğrusu. Sağ kolunu hafifçe oynatmayı başarabilmişti. Elleri bir dal parçasına değdi. Küçük ama sivri bir dal parçasıydı. Vücudu öylesine hissizdi ki, dal parçasını ancak eline alabildi. Son bir gayretle dalı ucu sivri tarafı kendisine gelecek bir şekilde, kendisiyle doksan derece dik açıyla kalp hizasına getirdi. Bir filmde görmüştü. Tatile çıkan dört arkadaşın ıssız bir ormandaki macerası anlatılıyordu. Arkadaşlarından birinin kalbi duruyor. Bir süre yapay solunum ve kalp masajı yapılıyor ama kalbi çalıştırmayı başaramıyorlardı. Son çare olarak ucu sivri bir şeyi adamın kalbine sokup çalıştırmayı başarmışlardı. Bunun gibi bir şeydi. Kendisi de aynı yöntemi denemeye hazırlanıyordu. Çünkü kendisinin de kalbi atmıyordu…vücudu felçli gibiydi…bir tek sağ kolu çalışmaya başlamıştı. Dal parçasını yukarıya doğru kaldırırken bir ışık yansıması belli belirsiz gözlerinde bitti.
Daire kara delik olmuştu ve kendisini iyice içine doğru çekmeye başlamıştı. Kemikleri çatırdıyor, eziliyor, gözbebekleri yuvalarından çıkmış, alnından soğuk terler boşalmaya başlamıştı. Kalbi öylesine hızla atıyordu ki neredeyse vücudunu yerinden söküyordu. Kara delik belden aşağısını yutmuştu bile. Ayaklarına baktı yoktu. “ölüm” diye düşündü. Demek ki ölüm buna denirdi. İnanamıyordu bu şekilde ölmeye. İsyan etti ve son kez bağırmaya çalıştı. “imdat”.
Birileri sesini duymuş muydu sanki? Sağ elinde bir şey duruyordu. Ucu sivri bir dal parçası. Onunla ne yapıyordu? Kalbi acıyordu. Dal parçasını bırakıp elini kalbine götürdü. Götürür götürmez eline sıcak bir sıvının tenini yaladığını hissetti. Eline baktı kandı. Gözünü sağa sola çevirdi. Yolu fark etti. Nerede olduğunu ne yaptığını anımsamaya başlamıştı. Tam o esnada yolun kenarından, çimlere yakın yerden bir ışık belirdi ve tekrar kayboldu. “Tanrım” dedi. “Nedir bu ışık” “Beni bu hale koyan o mu” diye kendi kendine söylenmeye başladı. Fakat o esnada bir şey fark etti. Işık yavaş yavaş kendisine yakınlaşmaya başladı. O kadar dayanılmaz bir albenisi vardı ki ışığın gelsin de beni yutsun diye yalvarmaya başlamıştı Tanrısına. Ve bir anda ışık yanında belirdi… ….
...
...
...
Sığındığı yerden etrafı dinlemeye
çalışıyordu. Gelen seslerin ıssızlığı henüz kalabalığın yeterli olmadığını
gösteriyordu.
Buna pek güvenemezdi. Bir anda
toplaşıp etrafını kuşatırlar, oracıkta işini bitirebilirlerdi.
Bulunduğu yer kapalı bir yer
olduğundan dolayı etrafını görmesi mümkün değildi şu an için. Hasar görmüş,
büyük bir ihtimalle bir deprem artığı boş bir binanın unutulmuş, kilitli bir
odasıydı burası.
Kendisi nasıl gelmişti? Pek
hatırlamıyordu bunu. Hafızasının bir yerinde koştuğunu ama bir yandan da olduğu
yerde bir sızı dolayısıyla yerde kalakaldığını hatırlıyordu. Ve bir ışık
huzmesi aklının bir köşesinde beliriveriyordu.
Evi buraya çok yakındı. Kalabalık
ön tarafa toplanmaya başlayınca, ve polisin de bu işin içinde olduğunu
öğrenince çok korkmuştu.
Uyandığında, her şey, herkes
karşısındaydı ve zaman aleyhine işliyordu. Evin arka odasının penceresinden
bakınca, bahçede birkaç kişinin bulunduğunu fark etti. Ve ellerinde büyük bir
ihtimalle gaz bidonları vardı. ‘eyvah yakacaklar!’ diye sessizce bir nida
koyverdi odanın boşluğuna. Çocukluğundan başlayıp, şu an içinde bulunduğu an
bir film şeridiydi gözlerinde..ve duvar bir perde olmuş tüm yaşamını gözler
önüne seriyordu.
Sivas geçti. ‘Yakın bu zındığı!’,
‘Allahsız pezevenk!(Allahlı pezevenk varmış gibi)’, ‘Allahu Ekber! Yakın
şeytanı!’ Yanacaktı cayır cayır..
Şimdi de derisi iyice koyulaşmış,
saçları kıvırcık, kaçamasın diye ayağı prangalanmış ve bir bölümü kesilmiş
Kunta Kinte’ydi. Birinci kaçma girişiminde yakalanmış Sahip Augustus tarafından
100 kırbaçla cezalandırılmış ve sırtına inen her kırbaç darbesi, insanlığından
çıkarıyordu.
Ormandaydı. Köpek sesleri, at
kişnemelerine karışıyordu. Nefes nefeseydi. Dünyanın düz değil yuvarlak
olduğunu, hatta ‘top’ olduğunu söylemişti. Vay sen misin bunu diyen düştüler
ortaçağın cadısının peşine..
3 odalı, sobalı müstakil bir evdi
burası. Küçük bir bodrumu vardı. Kömürlük olarak kullanılan küçük kapalı bir
yer. Evin içinden küçük portatif merdivenle iniliyordu buraya. Tek penceresi
vardı. Kör bir pencere. Dışarıdan bakıldığında çok fark edilmiyordu. Günışığı
bile buraya pek uğramazdı. Bu yüzden buraya konulan kömürler iyice zift rengini
alıyordu.
Alelacele kapağı kaldırdı. Bodrum
penceresinden dışarıya yılan gibi süzüldü. Çömele çömele arka avlunun küçük
beton duvarına tırmandı. Kimseye görünmeden sıvışıp bir an evvel uzaklaşması
gerekiyordu. Umudu kalmamıştı, herkes bunu tanıyordu. Nereye kaçabilecekti, kim
saklardı ki bunu. Hadi bir yer buldu, ne zamana kadar.
Bahçe duvarını usulca geçmeye
çalışırken ayağını burktu ve yere yuvarlandı. ‘ağzına tüküreyim bu taşı buraya
koyanın’ diye küfretti. Ayağa kalktı, sokağa yöneldi hızlı adımlarla..ama biri
bunu fark etti. ‘Sahtekar şeytan, düzenbaz, kafir burada!’ sesleri sokakta
yankılandı. Ve nihayet kendini bu metruk binada buldu.
Etrafını görebilseydi, tedbirini
buna göre alabilirdi ama bu mümkün değildi. Günlerden Cuma’ydı ve henüz ezan
okunmasına vakit vardı. Dışarıdaki sesler çeşitlenmeye başlamıştı. Sesler,
homurtular yükselmeye, lanetler, küfürler, hakaretler kalınlaşmaya başlamıştı.
Toplumun en alt tabakasından, en
üst tabakasına kadar her kesimden halk küme küme, yığın yığın meydanı
doldurmaya başlamış kendisini linç etme noktasında birleşmişlerdi. Ne sağcı
kalmıştı, ne solcu, ne dindar, ne dinsiz, ne ülkücü..tüm dünyanın tek
kilitlendiği noktaydı kendisi. 21.yy. şeytanı.
Etrafına bir göz gezdirdi. Odanın
iki penceresi yığma tuğlayla örülmüş, oda tavanının bir bölümü çökmüş, bir
üstündeki katın odasından gelen günışığı, odanın küçük bir bölümünü
aydınlatabiliyordu ancak. Kapıya doğru baktı. Kapıya orada duran çimento
torbalarını yerleştirmişti, güya kendisini koruyacaktı çimento torbaları..oda
kapısıydı, bu yüzden anahtar deliğinden tüm sokağı görme umudu yoktu. Hiç
olmazsa bir bölümünü görse hiç fena olmazdı. Bu düşünceyle kapıya doğru
yöneldi. Anahtar deliğine gözünü yapıştırdı. Umut bir anahtar
deliğindeydi..hayret de..gözlerini iyice açtı.
Umduğundan daha fazlasını buldu.
‘küçük bir kara delikten’ dünyayı görüyordu. Ve o küçük kara delik ‘dünyayı’
emiyordu.
‘mahşer günü’ gelip çatmış,
Arasat meydanında bütün dünya toplanmış, bir göz olanları kaydediyordu.
Yolun karşı tarafında en çok beş
katlı olabileceğini düşündüğü bir apartman görüyordu.
İnsanlar meydana inmeye başlamış,
meydan kalabalıklaştıkça anahtar deliğine iyice sığmaya başlamıştı. İnsanlar
doluştukça meydan küçülüyor, anahtar deliği büyüyor, göz insanlara aşina
oluyordu. Bir kez gördüğü insanı hayat boyu tanıyormuş gibi geliyordu. Anahtar
deliğinin kutsallığına inanmaya başlamıştı bu yönden. Hiç tanımadığı insan
sıfatlarını hafızaya kazıtıp, mahşer gününde tanıdıklar safında tespih tanesi
gibi sıralıyordu.
Solcular ‘vatan haini!’ diye
başladılar slogan atmaya. Ellerinde Büyük Ata’nın posterleri, Türk bayrakları,
dillerinde küfürle karışık ‘Onuncu Yıl Marşı’.
Sağcılar az önce Allahın
huzurunda Cuma’yı kılmamışlar gibi ‘Dinsiz, imansız, şeytan’ nidalarıyla,
ellerinde gaz bidonları ‘yakalım kafiri!’ diye çemkiren hazır kıta
görüntüsündeydi. ‘Allahu ekber’ sözü her tarafı çınlatıyordu. ‘İstiklal Marşı’
‘Allahu ekber’ seslerine karışıyordu. Besbelli ki abdestli elleri henüz kurumadan,
kendisinde bozacaklardı mübarek abdestlerini.
Ülkücüler tam bir araftaydı.
Kaşları çatık kabadayı duruşlarıyla en ciddileri bunlardı. Bellerinde ‘beylikleri’
parmakları ‘beyliklerinde’ hazırlardı. İstiklal Marşı’yla başlayıp, ortalarında
Onuncu Yıl Marşıyla devam ediyorlar ve en sonunda galiz küfürle bitiriyorlardı.
Eline bir geçseydi bunların ölüsünü de öldürür gibi görünüyor gibiydiler.
Ailesini gördü. Yakın
akrabalarını, uzak akrabalarını, dostlarını, arkadaşlarını. İçi acıdı. Onlar
kafalarını utanç ve mahcuplukla eğdiklerinde ‘rezil etti bizi, gebersin ne
yapayım’ sözlerini okuyabiliyordu eğik duruşlarından. Hele bir tanesi ‘keşke
ölseydim de bu günleri görmeseydim’ dermiş gibi başını iki yana sallıyor ve
gözlerinden yaş akıtıyordu.
Tüm yaşamı kalabalıklar
içerisinde yalnızlıkla geçmişti. Yine yalnızdı dibine kadar ve tüm
korkunçluğuyla. Oysa ne çok tanımadığı tanıdığı varmış. Ve tanıdık sandıkları
ama asla anlayamadıkları. Kendisi için toplanmışlar anahtar deliğinin
sahnesinde tespih tanesi oluvermişlerdi.
Alan bir ara dalgalanmaya
başladı. Çok önemli şahsiyetler, kocaman cüsseleriyle, kocaman popolarını
taşıttıkları makamlarıyla, flamalarıyla büyük alkışlarla giriverdiler.
Uzakdoğudan, okyanus ötesinden ve
dünyanın her tarafından lider müsveddeleri, betondelici akıllı bombaları,
nükleer silahları ve kanlı elleriyle buradaydılar, kendisi için.
Hatta bebek katili bile sayesinde
ballı börek yaşatıldığı adasından salıverilmiş, bir yandan şükrediyor, bir
yandan kalabalıktan ürktüğü için sürüleşiyordu.
‘benim bir yeteneğim var.’ Neydi
ki yeteneği. Hastalıklı bir ruhtan başka. ‘İnsanların aklından geçenleri
okuyabiliyorum, gözlerine bakıp’. Ulan sen tanrı mıydın ki bunları söyledin,
uydurdun? Otuzbir bile çekmekten aciz olan sen.
Ateistler ‘tanrı’, solcular
‘büyük devrimci’, sağcılar ‘evliya’ diye nitelediler bir süre. Hoşuna gitmişti.
Oyunu bir süre sürdürdü.Evinde, çarşıda, pazarda, kahvede, yürüdüğü her adımda
nefeslerini hissetmeye başlamıştı. Aç kurtlar gibiydi insanoğlu. Uğraşmak,
didinmek diye bir düşünceleri yoktu. Beleştepe’de doğup, Beleştepe’de
öleceklerdi. Oysa bilemezdi ki vücuduna şırınga edilen zehirdi bütün bunları
yaptıran. Onlar yeryüzünün tanrısıydı. Ve bir bakıma günah çıkarttılar dünyalık
bedenlerine. Bütün dünya karavanın arkasında tüm sırlar meydanda. Tüm
kirlilikleriyle, pişmanlıklarıyla masum insanların günahlarını ödeyeceklerdi bu
meydanda.
Bir kara delikti anahtar deliği.
Alan ve zaman daralırken büyüyor büyüyordu. Tüm insanlığı görebiliyordu tüm
geçmişleriyle birlikte. Yannis Ritsos’un Nazım’a yazdığı bir şiiri aklına
geldi. Bu duruma o kadar uygundu ki:
“Nazım kardeşim,
Mavi gözlü Nazım,
Mavi yüreğin,
Ve daha da mavi düşlerinle,
Sen ki karanlığa derin derin,
Baktığın zaman,
En ufak bir kin duymadan,
Karanlığı bile mavileştirdin.
Nazım,
Sen ki bir kadeh şarap,
Ve güzel bir kadının diziyle,
Üzerinde sevdanın halk bayrağı,
Dalgalanan bir deniz köşesiyle,
Ufukları ağartır,
Bir pencere açarsın
Her şeyin yok olduğu yerde.
Ve tepelerden taşlar yuvarlanır
keyifle
Kayıklara kadar
Ve sokak fenerinin altında
Bir köpek düşlere dalar.”
Dillerden başlayan şeytan
taşlaması ellere inmiş, ve ilk taş bir çocuğun elinden kör pencerenin tuğla ile
örülmüş duvarından sekip kaldırıma düşmüştü. Çocukları da düşman etmişlerdi
kendine. Kocaman bir damla düştü tozlu beton döşemeye çocuklar için. Bir tek
çocuklar için ölebilirdi. Tüm dünya çocukları için.
Taşlar, gözyaşartıcı gaz
bombaları, tazyikli sular, Molotof kokteylleri, beylik tabancalardan çıkan
mermilerin vızıltıları, küfürler tıpkı mancınıktan çıkmış gibi üstüne üstüne
geliyordu. Hiçbirisi sığındığı yere ulaşamıyordu. Vücuduna değen bir şey yoktu
ama hemen hemen hepsi vücuduna isabet etmiş gibi kemiklerini ağrıtıyor,
organları dile getiriyor içini sızlatıyordu. Tüm bunlar henüz aperatifti.
Yanına yanaşamıyorlardı. Henüz buna cesaretleri yoktu. Uzaktan uzağa
yapıyorlardı. Korkuyorlardı. ‘Şeytan’dan kim korkmaz ki.
‘Soytarı, Soytarı!’ nidaları
kulağına geliyor, sevdiği ve dinlediği, hoşlaştığı tüm müzik ezgilerinden
nefret ettiriyordu. Bu kez de Sabahattin Ali’nin ölümsüz eseri Zülfü
Livaneli’nin o güzel sesinden bir kez ve son kez dinlemeyi istedi. “Döndüm
daldan kopan kuru yaprağa, seher yeli dağıt beni kır beni, götür tozlarımı
burdan uzağa..leylim ley..”
Bir anda büyük bir sessizlik
oldu. Herkes dünyanın son günü gelip çatmış gibi donmuştu olduğu yerde. Bir
yere, yükseğe bir yere bakıyorlardı.
Günışığı solmuş, ortalık
flulaşmıştı. İlk taşı atan çocuk, işaret parmağıyla karşı apartmanın çatı
katını gösteriyordu. ‘çatıda bir adam var!’. Ve dünyayı sığdıran anahtar deliği
bu önemli olguyu ne yazık ki kendisine göstermiyordu.
Az önce linç edilerek öldürülmeyi
bekleyen bu adam şimdi meraktan ölecekti. “Hey, neler oluyor dışarıda!”
İnsanoğlu hangi durumda olursa olsun tüm perişanlığıyla birlikte meraklıydı da.
Kendisini unutmuşlar gibiydi. Alandakilerin
yüzü karşı kaldırıma dönüktü. Sadece kıçlarını görebiliyordu. İnsanların
yüzleriyle kıçları arasında pek bir fark yok gibiydi nedense. Böyle şeyleri
düşündürten bir olguyla karşı karşıya geldiği için içi nefretle doluydu.
Kıkırdadı bu benzetmeye kendisi de. “deli midir nedir?” “komik şeytan”. Azıcık
kıçı refaha kavuşmaya görsün ‘değmen kavaramın keyfine’ diyebilecek kadar kendi
yellenmesini parfüm sanacak kadar bencil.
Hiç kimseye sezdirmeden, usulca
sığındığı yerden çıktı. Ve hakikaten kendisini unutmuşlardı. Evet çatıda bir
adam vardı. Ve çatıdan bir şey atıyordu. Alandakilerin tümü, ayrısız gayrısız o
adamın bulunduğu apartmanın altına doluşmuş hoplayıp zıplıyorlardı. Gözleri
günışığına o kadar hasret kalmış gibiydi ki henüz bunları net göremiyordu. O adamın
yanına gitme isteği doldu içine. Apartmana yöneldi. Kendisini çiğ çiğ
yiyeceklerin önünden sıradan bir imge, bir silüet gibi geçti. Kimsenin umurunda
bile değildi. Hoşuna gitmedi. Öyle şeyler yaşamıştı ki insan acılara bile
alışır sadist bir ruh hastasına dönüşür. Alandakilerden birine ‘aslında iyi
çocuk’ dedi. Adam buna bön bön baktı ve tekrar yerden avuç avuç bir şeyler
topluyor, toplarken de maymunları kıskandıracak sesler çıkarıyordu.
…
-
Gökyüzündeki maviliği görüyor musun? Elbette
ki görüyorsun. Son defa bak bu maviliğe..iyice bak ve hasretlik gider. Şu
ağacın yeşiline de bak. Hiç bu kadar güzel yeşil gördün mü? Hangi fırça bu
yeşilliği verebilir, hangi ünlü ressamın çok ünlü bir tablosunda görebilirsin
bu yeşili..bak son kez yeşile..
-
Madem başını yere eğdin, bari şu toprağın
kızıllığına bak..karıncaları görüyor musun? O karıncalar belki o rengi
görmüyordur, ama üstündeler ve geziniyorlar..son kez bak karıncalarının
kızıllığına..
-
Siz insanlar, hayvanlar ve bitkiler..canlı
cansız tüm varlıklar..nedir bunlar..ve ne kadar benzeşiyorlar değil mi? Bir
taşa benzeyebilir bir yönüyle insanoğlu. Veya bir ağacın dalında muz yiyen bir
maymuna bir insanoğlu..ne bileyim insanoğlunun kendi ürettiği bir
makineye..örneğin bir çamaşır makinesine benzeyebilir bir yönüyle..veya bir değirmen taşı bir suya
benzeyebilir. Bir fidan buzdolabı motoruna benzeyebilir. Gülme.
-
Saçma deme. Neden verdim bu örnekleri: çünkü
hepiniz bu toprağın çamurundan yaratıldınız. Canlı cansız fark etmez. Tertemiz
bir balçıktınız..öldüğünüz gün, kapkara zift kokan bedeninizle yine bu
topraklara emanet olacaksınız. Yani şunu demeye getiriyorum, sizin bedeniniz bu
toprağın malı..bedeniniz tüm günahlarınızla yine bu dünyalık bedeni taşıyan
börtü böceklere yem olacak. Onlar kemirecek. Ama aslolan ruhtur. Ve o balçığa
üflenmiştir. Sen ruh olarak geleceksin. Tüm günahlarını döktü bedenin, yeryüzü
tanrılarına.
-
Senin günahını aldılar tanrılar. Ne zamana
kadar senin günahını taşıyacaklar. Tıpkı senin döktüğün gibi bu günahları,
onların yine bu dünyanın balçığından oluşmuş bedenleriyle kendi tanrılarına..
-
Aferin, ‘benim tanrım onlar değil..şah
damarından daha yakın olan tanrım var ve ben buna inanıyorum’ diyorsun. Doğru
diyorsun. O ‘Ol!’ dediği vakit hemen oluverir.
-
Haşa..ne haddime..ben forsayım..
-
Cennetten falan da kovulmadım. Henüz
bilmiyorum, cennet ve cehennemi. Gidip görmedim henüz.
-
Şeytan diye bir şey uydurmuşlar
insanoğluna..evet var böyle bir ritüel..ama her insanın içindedir. İyi ve
kötüyü birlikte taşırlar. Etrafına bak..ve günahsızları bir tarafa, günahlıları
bir tarafa ayır. Bakalım iki taraf olacak mı..olmayacak..işte şeytan
ritüeli..bu yüzden diyorum tüm bedeni günahlarını döktükten sonra tertemiz bir
ruh olarak soyunacağız bahara.
-
Aşağıya bak ne görüyorsun? Birbirini
eziyorlar..çiğniyorlar..kavga ediyorlar..oysa herkese yetecek kadar yapıyorum
bunu..yine de birbirlerine saldırıyorlar..birbirlerini kırıyorlar..burası küçük
bir sokaktı..sonra cadde oldu..büyüdü semt oldu..şehir oldu..ülke oldu..koca
koca sınırlarıyla..ve dünya oldu..yeryüzüne inmiş bir dünya..bankalar kurulmuş
çoktan..şu gördüğün küçük kahvehane oldu mu Walstreet..kimi liberal demokrasiyi
kurmuş, kimi sosyalist cumhuriyeti, kimi babadan oğla postnişinde fetva
veriyor..her ev üniversite, bodrum katları fabrika.. Koca dünyayı şu küçük
sokağında seyrettiriyorum, yine de yaranamıyorum sana.
-
Köpeklere ve kedilere bak, bir onlar
umursamıyor..attılar mı önüne bir kemik, yalanıp dursun..oma onlar köpek ve
kedi..sınırlar belirlendi mi, marşlar, bayraklar ve dokunulmazlar ortaya çıkar.
Birbirlerine gösteriş notaları vermeye başlarlar. İyi bak doğudakilere bak,
önce topladım sandılar parsayı, ama gerilediler..çünkü postnişinde oturup fetva
veren o insan burnunun ucunu bile göremeyecek kadar kör aslında. Batı yine
doğuyu parasal olarak solladı. Ama doğunun da kileri büyük..biraz sonra
savaşlar çıkar..ve gaza getirilen gencecik çocuklar koşulur kurbanlık..silah
şirketleri yepyeni silahlarını komşu topraklarda denemeye başladılar bile..bu
ses havai fişek sesi değil a canım..gördün mü..bak şu böğürene..’demoookrasihhğrrh!!!’
böğrüne böğrüne vuruyor..o yeryüzü tanrısı..postnişinde oturan da aslında ona
itaat ediyor..ona kul oluyor..yoksa o postnişte bir dakika oturamaz..okyanusun
dibini boylar..şeytan oluverir şakirtleri tarafından linç ettirilir. Senin
anlayacağın bir Allah’a kulluk eden yok..yoksa herkes birbirine kul köle..
-
Bunların hepsi ritüel diyorum..koca kafana
sokamadım bir türlü..yine söylüyorum her insanın bir gölgesi vardır. O gölge
bazen iyiye sayar, bazen kötüye..işte terazi dedikleri denge bu..dünya terazisi
hangi taraftaysa o tarafa yıkılır. Gelişmişlik düzeyi din ritüeliyle
açıklanamaz..ama bu ritüeli her bir şeyde gözümüze sokanlar sayesindedir ki tüm
ciddi konular onunla bitiyor. Bak şimdi hangisinin terazisi daha ağır basar bir
tarafa..gelişmişlik düzeylerine bakarsak..insanlara verdikleri rahat yaşama
koşullarına bakarsan, hapı yuttu postnişteki..ama komşu mahalleyi ‘akıllı
bombalarla’ delik deşik ettiren o çok üretken tarafından bakarsak bu kez de
hapı yutan ‘demoookrasihhgrrh!’ diye bağıran sahtekar tanrı hapı yuttu..ayır
şimdi..kim şeytan, kim değil..
devam edecek...
d
T.R.KARABANDOĞLU-GÜVEN-3-UZUN ÖYKÜ'MDEN KISA BÖLÜMLER..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder