- Savaş mı istiyorsun?
- Hedef olarak beni mi seçtin? Yoksa asıl hedefin Nazım mı? Eğer Nazım'ı hedef seçtiysen, şiir yazmayı bırak önce. Sonra O'nun yazdığı şiirleri oku, özümseyerek oku..Yazdığı şiirlerinden manalar çıkar, niçin yazılmıştır, kime yazılmıştır, hangi duygularla yazılmıştır, bunun gibi şeyleri düşün..orta öğretimde atasözlerini açıklayıcı kompozisyon ev ödevleri verilirdi. Nazım'ın her yazdığı şiirine bir kompozisyon yaz..sonra onun yazdığı bir şiirine öykün, eski yazdıklarınla karşılaştır. Eğer halen hedefindeyse Nazım ve halen kendine şair yazdıklarına şiir diyorsan ve bunu da herkese meydan okuma aracı olarak kullanıyorsan şiir mi istiyorsun yoksa şair mi diye..hadi canım..Yok hedefin Nazım değil bensem, hedefi ben olan biriyle hangi özelliğiyle fikir savaşına tutuşayım..
T.R.KARABANDOĞLU
21 Ekim 2011 Cuma
16 Ekim 2011 Pazar
Postacı..
- ısırmasaydın postacıyı..posta sanaydı..
- ama sen söylemedin mi yabancıları eve alma diye!
- yabancı mıydı o; postacıydı..merak et şimdi kimden diye..
- şimdi bunu da ısırmak vardı ama genlerimizde var sadakat..trk..Bel Kemikli Öyküler..(foto:dinesh kutty)
- ama sen söylemedin mi yabancıları eve alma diye!
- yabancı mıydı o; postacıydı..merak et şimdi kimden diye..
- şimdi bunu da ısırmak vardı ama genlerimizde var sadakat..trk..Bel Kemikli Öyküler..(foto:dinesh kutty)
12 Ekim 2011 Çarşamba
O ANLAR..
İnanılmaz
derecede huzursuzdum. "Bir şey olacak ama ne? Okullar açılsa ve bana yeniden bir
görev düşse. Oyalanırdım hiç olmazsa. Çoluk çocuğa karışmak, onlarla hem hal
olmak gibisi yok bu dünyada. Biraz sokağa çıkayım, açılırım belki.”
Kaldırımlardaydım. “Her zamanki gibi sokaklar. Yürümesini bilmeyenler kaldırımlarda. Kaldırımın orta yerinde durup birbirleriyle gevezelik ediyorlar. Gidip gelen insanlar var, bunların umurlarında değil. Yoluma devam etmek için kaldırımdan araba yoluna inmek zorunda kaldım. Ne yapıyorsunuz be! Kaldırımlar herkesin, babanızın malı değil, görgüsüzler. Kadınlar daha çok yapıyor bunu. Kapısının önü zannediyorlar. Bu kadar konuşacak çok şeyiniz varsa gidersiniz bir açık parka, çoluğunuz çocuğunuzla oturursunuz orada. Böylece işleri acele olanları engellememiş olursunuz. Kime diyorum ki.”
Bayram
değil, seyran değil, hava da çok sıcak olmasına rağmen hem caddeler kalabalık
hem de kaldırımlar. "En iyisi bir sokağa dalayım. Daha sakin olur." Tek tük
gördüğüm insanlar her zaman için daha çok ilgimi çekmiştir. Köyünden gelmiş
olduğu ne kadar belli. Haftanın iş günü olmasına rağmen acil bir işi çıkmış
olabilir. Köyünde kullandığı tarım makinesine bir parça almaya inmiş olabilir.
Yüzü traşlı, hükümet şapkasını da hafif yan örtmüş. Dudaklarında az önce içmiş
olduğu sigarasının sararmış dumanı tütüyor. “hey gidi amcam benim be!” içimden
selam vermek gelmişti şimdi buna. “selamun aleyküm amca!” “ve aleyküm selam
yegenim!” bu kadardı işte. Her şeyini anlamıştım. Alışverişe gelmiş çarşıya,
anca vakit bulabilmiş tarlasından. Toplu yaparlar bunlar alışverişi: iki çuval
buğday unu, değirmeninde beklettiği mısır unu, iki teneke sıvı yağ, toz şeker,
misafirlerine ikram edeceği çay vs..
Bitişik
iki apartman, altında mahalle bakkalı. Hava sıcak ya, bakkalcı ve şürekası
masaları kurmuşlar dükkan önüne. Bir muhabbet gırla gidiyor. Sanırsın ki
birbirini boğazlıyorlar. Balkonda oturmuş iki kadın, ellerinde el örgüleri,
pasta börek önlerinde olduğuna göre “gün”leri var. Bu mahalle benim en sevdiğim
mahalle. Uzun süre burada oturduk. Çoğunu tanırım. Onlar beni tanımaz. Çok
ilişkim olmamıştır oturduğum yerlerde insanlarla. Kiracıyız. Şehir göçebesi
anlayacağınız. Aşağı yukarı Düzce’nin her mahallesine kokumuzu, ayak izimizi,
sıkıntılarımızı, sevinçlerimizi bırakmışızdır. En uzun süre bu mahallede
oturduk. O yüzden tanırım çoğunu dedim. İçimden bu yeşil apartman’a uzun bir
süre bakma hissi oluştu nedense. Görmeyecekmişim gibi bir daha. “Ersoy Ap.”. “Selamun
Aleyküm komşu. Bir sigara, bir kibrit alacaktım! Muhabbetinizi böldüm kusuruma
bakma!” “ne demek, hemen vereyim!” gözlerimde yaş birikti, az önce neşeli neşeli gülen bu değildi sanki. Bağırarak konuşan adamın sesi tuhaf gelmişti. O anda kalmış
gibi. Ses o an donacakmış ve sadece bana sigara ve kibrit verirken
kullanacakmış gibi.
Böyle
hisleri çocukluğumdan beri taşıyordum. Ama ilkbahardan beri çok arttı.
Sokakları, caddeleri, mahalleleri, mahalle kedilerini, köpeklerini, kaldırım
taşlarını, elektrik direklerini, apartmanları, onların renklerini, tanıdık
tanımadık insanlarını, üstüne bastığım ve her gece arşınladığım kaldırım
taşlarını, çay içmeden duramadığım parkı, Atatürk heykelinin bulunduğu
anıtparkı, orta ve lise eğitimime devam ettiğim ve birçok anımı biriktirdiğim
düzce lisesinin bulunduğu yeri, hemen karşısında okuldan kaçıp sığındığım Cumhuriyet
İlkokulunun bahçesindeki küçük kütüphaneyi, arkadaşımla masa tenisi oynadığımız
bilardo salonunu, ve oturduğumuz her mahalleyi görme hissiyle doluydum. O gün
tek tek dolaştım buraları. Bir daha kavuşamayacak, göremeyecek gibi, ayaklarım
şişene kadar düzce ovasını karış karış dolaştım. Ve yorulmuştum.
Bu
yorgunlukla evimizin tv odasında duran kanepeye uzandım. Oturduğumuz ev yine
aynı mahalledeydi. Burası gece kurtarılmış bölgeydi. Bar, içki mahzenleri,
gazinonun bulunduğu bir yerdi. Çoğu insan belli saatlerde buradan geçmezdi.
Sarhoşlar, ayyaşlar, kopuklar burada bulunurdu genellikle. Biz orada 4 kız 1
erkek anne va baba çekirdek aile oturduk iki yıl kadar. Evli iki ablam bu evde
misafirliğe geldiklerinde oturdular.
Genellikle yatıya gelirlerdi. O gün küçük ablam misafirliğe gelmiş altı aylık bebeğiyle. Eniştemin işi çıkmış bu da evde sabi bebeğiyle tek başına kalmaktan çekindiği için bir günlüğüne yatıya baba ocağına gelmişti. Babam terziydi. Üç sokak aşağıda dükkanı vardı. Geç gelirdi. Dükkanı kapatınca biraz parti lokaline takılırdı. Arkadaşlarıyla tavla atardı genellikle. Yatsı namazını camii’de kılar, evine gelirdi.
Genellikle yatıya gelirlerdi. O gün küçük ablam misafirliğe gelmiş altı aylık bebeğiyle. Eniştemin işi çıkmış bu da evde sabi bebeğiyle tek başına kalmaktan çekindiği için bir günlüğüne yatıya baba ocağına gelmişti. Babam terziydi. Üç sokak aşağıda dükkanı vardı. Geç gelirdi. Dükkanı kapatınca biraz parti lokaline takılırdı. Arkadaşlarıyla tavla atardı genellikle. Yatsı namazını camii’de kılar, evine gelirdi.
Kanepeye
uzanmıştım, bir elimde kumanda, ama bir işe yaramayan bir kumanda olduğu için
televizyon kanallarını değiştirmek gerektiğinde yeniden ayağa dikilip televizyonun yanına kadar gitmek
gerekiyordu. O esnada ablam içeri girdi. “hayırdır abla, eniştem kapıya mı
koydu?” diye takıldım. Aslında sevinmiştim de. Altı aylık bebeğini sever,
içimdeki bu garip hissi birazcık olsa dağıtabilirdim. Ablam bu takılmama karşılık olarak taklit etti
beni dudağını bükerek.
Akşam
yemeğini oturma odası geniş olduğu için orada yerdik. sofradan kalkan babamla
karşılıklı kanepelerde uyuduğumuz odaya geçerdi. Çünkü televizyon oradaydı.
Annem televizyonu odaya koymayı uygun görmüştü yazın. Kışın oturma odasında
olurdu televizyonun yeri. Babamla annem belli çocuktan sonra ayrı yatmayı uygun
görmüşler. Babamla aynı odada kalırdık genellikle. Annem kızlarıyla odaları
paylaşırdı. Korunma bilmeyen Anadolu insanları. Annem tam bir Anadolu
kadınıydı. Çocuklarına çok düşerdi. Babam ilgisiz gibi görünürdü bu konularda.
Bir süre annem tuğla fabrikasında iki ablamla çalıştı ve birazcık da olsa aile
ekonomisine katkıda bulundu. Bizi bu şartlarda okuttular kendilerini
sakatlayarak. Annem ve büyük ablam o fabrikadan sakatlanarak çıktılar. Tuğla
tozu, sıcaklık hem ciğerleri hem kemikleri hasta ederdi. Kendilerine pek bir
şey yaramadı. Sağlıklarından oldular o kadar. Düzenin bozukluğundan ve
acımasızlığından kaynaklanıyordu bu durumlar. İşçiler hep acılar içinde hayat
mücadelesine devam ede gelirdi eskiden beri. Ve hiçbir iktidar bunu düzeltme
çarelerini düşünmezdi. Vahşi kapitalizm..
Babam
uzun bir süre tek başına aile ekonomisini götürmeye çalıştı. İğnenin ucuyla
yedi çocuğuna ve kadınına bakmak için çırpınıp durdu. Kira evlerinde süründü.
Zor şartlardı. O gün bunları bile düşündüm. Vekil öğretmenlik görevi düşmesi
için her gece tanrı’ya yalvarırdım. Öğretmenlik hem kariyerdi benim için, hem
de çok sevmiştim bu mesleği. Bir işe yaradığımı dibine kadar hissettirmişti bana. Okuldan
eve geldiğim zaman hemen yarının programını yapardım. Çocuklardan daha fazla
çalıştığıma eminim. 92, 93, 94’te yapmıştım sınıf öğretmenliğini. Ve beş yıldır
çok kısa süreli başka işler dışında vekil öğretmenlik düşmemişti bana. Bir
yandan okuluma hazırlanıyordum. Açık üniversite yazmamın en önemli sebebi,
fakir olmamızdı. Biraz da orta eğitim taban puanım kötüydü. Açık yazarsam hem çalışıp hem okurdum, böylelikle aile ekonomisine de katkıda bulunmuş olurdum. Ama evdeki hesap bir türlü tutmamıştı.
Girişkenliğim yoktu bunu kabul ediyordum. En ufak bir başarısızlık, bir olay beni demoralize etmeye yetiyordu. Bu moral bozuklukları, işe girip çalışma isteği yoksunluğu işime de yaramıştı. Uzun bir süre insanları takip etme şansını elde etmiş ve böylece diğer yeteneklerime gözlem yeteneğini de eklemiştim. İnsanların hangi düşüncelerle nasıl
hareketler içinde bulunabileceğini fark edebiliyordum. Bu benim asıl işimdi.
İnsanları, hayvanları, böcekleri ve bitkileri..onların öykülerini..yazıya
dökmeden, kafamın içine çiziyordum, imgeler ve donmuş kareler olarak.
Her imgem bir öyküydü. Her harf bir şiiri, bir öyküyü saklıyordu aslında. Her
fotoğraf, her yüz, her adım, sokakta, evde, işte, nerede ne olursa benim
imgelerimdi. O imgelem bir öyküyü, bir anıyı aklıma getirirdi. Bu çalışmalarımı
yazıya dökmeyi çok istiyordum. Ama bir türlü o cesareti kendimde bulamamıştım.
Babam
gece on iki’ye doğru geldi..tv’ler kapanmış, herkes odasına uyumaya çekilmişti.
“ne haber?” dedi. Mutfaktaydım. Bir yandan abur cubur atıştırırken bir yandan
da kısır sözcüklerimle şiir’e benzetebileceğim şeyler karalardım. Şiir yazmak
hakikaten zor iş. Önemli ama çok zor. Herkes şiir yazamaz. Bende bunlardandım.
Çok kitap okusam da bunu değiştirememişti. Arada sırada güzel yazdıklarım
çıkmıyor değildi ama bu kadardı işte. Babam hiçbir zaman eve boş gelmezdi.
Ekmeği ekmek dolabına koydu. Ekmek dolabı memleketten kalma iki katlı üst bölümde küçük pencereleri olan, alt tarafı
tamamen ahşaptan yapılmış sarı renkte dolaptı. Üst tarafına günlük
kullandığımız tabak, bardak gibi şeyler bulunurdu. Alt dolabının bir gözünde kuru
yiyecekler(pirinç,un,şeker vb), bir gözünde ise ekmek konulurdu genellikle.
Hemen dolabın karşısında buzdolabı vardı. Kiracı olduğumuzdan dolayı oradan oraya kelebekler
gibi ne zaman gideceğimiz belli olmadığı için eşyaları pek yenilemezdik. İşte
bu sözüme kahkahalarla gülüyorum. Çamaşır makinesi ve fırın acenteydi(yeni
alınmış bir eşya için kullanılan halk sözcüğü, bizim buralarda böyle derdik).
Kapının girişinde genişçe hol vardı. Oturma odası, televizyon odası ve mutfak
bölümünü birbirine bağlardı. Mutfak kapısı ile oturma odasının kapısı
arasındaki duvara yeni aldığımız vitrin dediğimiz camekanlı dolap vardı. O
dolapta da misafirler için kullandığımız kırılacak bardak ve yemek takımları
bulunurdu. Camekan bölümünde bir sürü ıvır zıvır süs eşyalarını doldurmuştu
annem.
Biraz
meyve almış. Mutfak masasının hemen altında yer minderinde oturmuşum elimde
kalem. Üstümde yazlık bir tişört. Altımda kısa bir şort. Ve ev terliği.
“merhaba, nasıl geçti günün?” diye selamına karşılık verdim, elinde meyve
torbasını mutfak masasının üstüne koyarken babama. “nasıl geçsin, her zamanki
gibi..” diye karşılık verdi ve torbadan kırmızı bir elma çıkarıp bana uzattı.
“üzüm, elma aldım, üzüm de ye!” dedi yorgun ve kızarık gözleriyle. Cevabımı
beklemeden mutfaktan çıktı bir elinde bir salkım beyaz üzümle. Atıştırmış
arkadaşlarıyla yoksa bir tabak da olsa çorba içerdi. “yemek yemeyecek misin?”
diye seslendim. Cevap vermedi. Odasına gitti.
Kalemi
defteri bıraktım. Balkona çıktım. Oturma odasından ve mutfaktan balkona
çıkılabiliyordu. İki balkon vardı. Biri babamla benim kaldığımız odadan
çıkılırdı bir de bu balkondu. Saat bir’e kadar buraları cıvıl cıvıl olurdu. Bu
kez öyle değildi. Gökyüzü kıpkızıldı. Böyle kızıl gökyüzünü ilk defa
görüyordum. Çok tuhaftı. İçimdeki kızıl duygular gökyüzüne yansımıştı sanki.
İnsanlar kabahatli içiyorlardı sanki. Neşesiz, gürültüsüz, içine kapanık.
Karşıda sağ çaprazımızda gazino vardı. Arada sırada dansöz getirirler aralık
perdeden bir görünüp kaybolduğunu görürdüm. Gazino çok erken dağılmış, ışıklar
sönmüştü. Oysa çok erkendi gazino için. Elmayı bitirdikten sonra bir sigara
yaktım. İçimdeki sıkıntı iyice alev almaya kafamın içini dumanlarla doldurmaya
başlamıştı.
Saate
baktım bir otuzdu. İyice tenhalaşmıştı sokaklar. Caddeden tek tük arabalar
geçiyordu. Caddenin bir bölümünü görebiliyordum oturduğum açıdan. Can sıkıntısı
ve kafamın içinde dolaşan türlü öyküler birbirini tüketiyordu. Her yeni öykü,
diğerini en dibe atıyordu. Caddeye, sokağa, sokak lambalarına son defa
bakıyormuşum hissi geldi kalbime ve göz bebeklerime yerleşti. Kimseye anlatmayı
istemediğim bir durumdu şu an bana olan. Nedensiz duygusallaşmıştım. Balkon
faslına ara verdim bu kez. Bir salkım üzüm aldım elime babam gibi. Yer
minderine oturdum. Deftere baktım. En son yazdığımı hatırlamıyorum ama yiten
bir sevgiliyeydi karşılıksız mutlaka. Birazını hatırlıyorum. Gülümsedim,
öykülerin daha güzel dedim. Bu şiir yazma sevdası nereden çıktı be kuzum diye
takılıyordum her zamanki gibi. Bir arkadaşıma özenmiştim. Şiir yazıyordu, ve
hiç fena değildi hani. Karşılıksız bir sevda anıma denk geldi. Ben de yazacağım
dedim. İnanılmaz kötü şeyler. İlkokul, ortaokul öğrencilerinin karaladığı akrostişli
şiirler. Daha sonraları epey geliştirmiştim kendimi ama o günlerden kalma
yazdığım ve adına şiir dediğim şeyleri görünce bir yandan yüzüm kızarır bir
yandan kıkır kıkır gülerdim. Şu anda olduğu gibi.
Mutfak
kapısı hafif aralandı, annem uyuyamamış. “hayırdır gece kuşu, ne bu saatlere
kadar oturursun bilemedim ki?” diye söylendi bana. “esas sana hayırdır, bu
saatte niye uyandın?” karnı acıkmış, bir parça ekmekle babamın getirdiği
üzümden bir salkımda o kaptı. Gece oturmalarım ara ara gelirdi. Her gece oturmalarımda
muhakkak bir ilginçlik yaşardım. Batıl inançlı filan değilim pek ama,
tesadüfler birbiri ardı sıra gelince insan kendisinden sanıyor bazı şeyleri.
“ne kadar sıkıntılı bir hava” bir yandan üzüm yiyordu bir yandan söyleniyordu.
“bana mı söyledin anne?”. Cevap vermedi. Birbirimize bir dolu şeyler
söylüyorduk ama o kadar alakasız cevaplar veriyorduk ki, sanki o esnada dört
kişiydik, ben başkasıyla, annem bir başkasıyla konuşuyormuş gibi. İyi
hatırlıyorum. Yine gülme krizi tutmuştu. “niye gülüyorsun şimdi? Üzüm yememe
gülüyorsun, rahatsız oldun velet seni!” diye hafif şakayla azarladı. “bugün
merdiven başında beklerim seni..” diye tamamen saçma bir karşılık verdim.
“telefon faturasını yatırmayı sakın unutma, baban para bırakacaktı yarına..”
diye cevap verdi. Tam körler sağırlar birbirini ağırlar diyalogu. “hadi yeter
sen de yat” diye mutfaktan çıkarken yine bana söylermiş gibi yaptı.
Dinlemeyeceğimi o da biliyordu. Saat iki otuzu az geçiyordu.
Annemle
karşılıklı gülünç konuşma bile içimdeki sıkıntıyı giderememişti. Altı aydır
devam ediyordu. Yukarıda değindiğim gibi. Yine bir şey olacak, önemli bir şey,
umarım kötü bir olay olmaz bu kez. Anneannemi kaybettiğim gün böyle olmuştum.
Bir çok önemli olaylarda bu hisse bürünüyordum. Şimdilerde uzakdoğu’dan yayılan
bir dolu yöntem kitaplaştırılmış, görselleştirilmiş, profesyonel hale gelmiş
pozitif enerji yönlendirmeleri. Kurumsallaşmış dünyanın birçok yerinde. Vücudum
topluyor galiba tüm enerjileri. Her canlı, cansız varlıktan bir ısının
çıktığına ve insanları etkilediğine ben de inanırım. Bizim dinde “nazar”
ritüeli var. Uzakdoğulular da buna feng-şui demişler. Bunun üstüne yazılmış
kitapları okumaya başladım şimdilerde, ama hiçbir şey anlamadım tabii. En iyisi
benim yöntemim. İmgelem oyunu. Bebeklik dönemimi bile bazen hatırlayabiliyorum.
Doğum, emekleme, ilk çıkan sözcük, lanet uçak an’ı..saçmalıyorum biliyorum.
Felsefik olarak bunları yaşıyorum, tekrar tekrar dönüp yanlış giden ne varsa
düzeltmeye çalışıyorum. Hayatımın bölümlerinde o kadar yanlış yaptıklarım var ki, hangisini
düzelteyim. Bir yandan hayata tutunma refleksleri, bir yandan insanoğlunun
zaaflarından kaynaklanan telafisi mümkün olmayan hataları, bir yandan çevreden
kaynaklanan ve seni doğrudan etkileyen olaylar. Kısacası bir yaşam.
Daha
önce paylaştığım anı kıpırtılarından bahsetmiştim. İnsanları çok iyi gözlerim.
Konuşmasını, yürümesini, oturmasını, kalkmasını, nesneleri, objeleri,
bitkileri, hayvanları kısacası her şeyi. Bu yüzden hep kendime abartısız
“imkanım olsaydı bilim adamı olabilirdim” diye söylenirdim şakayla karışık. Biz fakirlerden çok
nadir çıkar bilim adamı. Diyeceksiniz ki çoğu bilim adamı fakir..bizden
çıkmaz..onlardan çıkar..bizden-onlardan sözcüklerini kime kullandığımı umarım
anlamışsınızdır. Kimseye serzenişim yok. Ama bizde böyle böyle ne denizyıldızları
kıyıda kalıp yitip gidiyorlar. Yazılarımda sık sık kullanırım denizyıldızı
imgesini. Yitip giden çoban bilim adamlarımızdır bu imgelemin baş rolünde..
Kafamın
içinde imgelem yoluyla doldurmuş olduğum bir dolu öykü, günce, anı, roman,
makale, deneme, şiir vardı ki ileride bir zamanda beyin okuma yöntemi diye bir
bilim gelişirse, benim beynimi okuyanın kafası gerçek ile sanallık arasında
sıkışıp kalır labirente düşmüş bir fare gibi. Çocukken biraz otizmi hastası
olduğumu sanıyordum. Uçak kazasından sonra mı, önce mi bilemiyorum. Daha sonra
dislektik olduğumu düşündüm. Doğuştan beynin bir yanını kullanmayan hasta
insanlar bunlar. Bazı harfleri karıştırırlar. Okuduğunu anlayamazlar. Kendini
ifade edemezler. Olayları çok boyutlu gördüklerinden dolayı diğer insanlar gibi
düşünmezler. Bir olayı, bir resmi, çok farklı boyutlara indirgeyip hepsine bir
çözüm aramaya kalkarlar. Bir olayın bir çözümü vardır. Dislekti’lerde ise bir
olayın dört farklı çözümü vardır. Ben galiba böyle bir insanım. Bende sandığım
otizmi hastalığımı imgelem yoluyla yenmeye çalıştım. Kaç yaşında biliyor
musunuz henüz beş yaşında. Harfleri, sayıları imgelem yoluyla öğrendim. O yaşta
bulmuştum bu yöntemi. Belki de bir melek geldi yardım etti kimbilir. O meleği
ne etrafımdakiler ne de vücudum gördü. Ama üst benliğimde o’nu duyumsadım ve hissettim. Belki de saklı
bir zekamdı o benim. O lanet uçak kazası o’nu beynimin en ulaşılmaz bir yerine
koydu ve bazen zor durumlarda karşıma “anlık zeka meleği” olarak karşıma
çıkardı.
“saat
üç’e on var..” mırıldanarak sigara içmeye balkona çıktım. “Ne olacaksa olsun
artık işim gücüm var benim”. Neden bilim adamı olamadım, neden yeterince
derslerime çalışmadım..arkadaşlarımın takılmalarına aldırış etmeseydim, gözüm
gözüm..ne varmış şehlaysa..o gözlerle neler yaptığımı bir bilseler böyle
yaparlar mıydı hiç sanmam..eski sevgilim gözlerimin önüne geldi yine. O’na
şiirler yazıyordum şu anda bile. Kabullenmemek, reddedilmek, sevilmemek iyice
içime kapatmıştı beni. O’nu değil ona duyduğum aşkı seviyordum aslında. Bu daha
kutsaldı, daha onurlu, ama daha hazin sonuçlar verdi ilerleyen yaşantımda.
Hiçbir kadına bu denli büyük bir his besleyemiyordum, ışık, enerji alamıyordum.
Sanki içimdeki aşka ihanet etmiş olacaktım yeni hislerle, yeni bir aşkla
tanışsaydım. Bu yüzden kadın arkadaşlarıma
tıpkı erkek arkadaşlar gibi davranmaya başladım. Sadece bir arkadaş. Her
türlü şebekliği yapar, onlara ben size ait değilim diyordum aslında bu
davranışlarımla. İçimdeki büyük aşka aittim. Tekrar etmemde bir beis
görmüyorum. O’na değil ona hissettiğim kutsal aşkı seviyordum artık. O bir
imgelem olarak kaldı o kadar. Hem ne elini tutabilmiştim, ne gözlerinin içine
bakabilmiştim. En son bir şey mırıldandığımı hatırlıyorum “seni seviyorum gibi
bir şeydi”..o da “bu konu burada kapansın” diye bir şey geveledi. Oracıkta
bitmişti aslında o. Bileklerimi kestiğimi hatırlıyorum. Allahtan kör bıçaktı ve
annem yakaladı. Çok bir şey olmadı. Annem hem sövdü hem ağladı. Delirmişsin sen
dedi. Alt tarafı bir kız. Başka kız mı yok, diye bir dolu papara. Ah anneciğim hiç mi kara sevdaya tutulmadın.Benimki de her aşkım da olduğu gibi kendi kendine aşktı yani. Hep böyle aşklar yaşadım ben. O’ndan sonra hiç mi bir kadına ilgi duymadım.
Evet duydum tabi ki. Bu denli büyük olmadı. Bana ilgi duyanlar olmadı
değil.Oldu ama bu kez ben ilgilenmedim. Onları arkadaş olarak gördüm hep, ve hayatımın bir karesi olarak o zaman
diliminin bir parçasına kattım. Demek ki bir insanın bir insana aşk duyması bazen yetmeyebiliyor.
Normali karşılıklı olması. Normal bir hayat yaşamadım ki aşkım normal olsun.
Bak buna da gülüyorum. Sonra bunu bilimselliğe dönüştüreyim dedim bari bir
işe yarasın tek taraflı aşkım. Hakikaten aşkın kendisi var. En büyüğü Tanrı
sevgisi, O’nu bu dünyevi duygulardan arındırırsak aşkın var olduğunu kanıtladım
gibime geliyor. İnsanlar sadece bir neden. Evet aşk iki insanın arasında oluşan
bir duygu bağı. Önlenemez, aniden kapınızı çalıveren içine tıp, edebiyat,
sanat, seyahat ve bir nevi tüm çevre faktörlerin karıştığı karmaşık durum. Bu yüzden kimse aşkı tarif
edemiyor. Ve ben bu olguyu hayatımla kanıtladım diye düşünüyorum. Bu olguyu da
çalışmalarımın içine katıyorum. Ve bununla ilgili uzunca bir makaleyi de
beynimin içine taslak olarak kaydettim. Aşk kişilerle yaşanabileceği gibi, tek başına da yaşanabilir. Aşk ete kemiğe bürünen bir varlıktır aslında. O esnada kafamın içindeki
düşüncelerimin bir bölümünü de bunlar kapsıyordu, yazıya dökmüyordum o
kadar. Hafızama imgelem yoluyla(bir tür şifreleme yöntemi) arşivliyordum. Bazen
bir apartman, bazen bir ağaç olabilir, bazen anlamsız bir harflerle oluşmuş
tümceler yığını. Her şey benim imgelemim olabilirdi. En çokta şehrimdi benim
imgelemim. Kaldırımları, mahalleleri, okulları, gelip geçen insanları..o kadar
yığılmıştı ki bu çalışmalarım, imgelerimi hafızamda iyice yerleşsinler diye
ansiklopedilerden ozanların, yazarların, bilim adamlarının hayat hikayelerine
sıkıştırmak zorunda kalıyordum. Onların hayat hikayelerini okuyordum, bir bölümünü
yazıyordum. Hem onları tanıyordum aslında hem de onlara kendi çalışmalarımı,
kendi hayat hikayelerimi sunuyordum. Karşılıklı alışverişti bu benim için.
Futbolcu yüzleri, sinema, tiyatro ve ses sanatçılarının yüzleri, dinlediğim bir
müzik ezgisi aslında imgelem oyunumun bir parçasıydı.
Saat
üç’ü gösteriyordu ve hiç uykum yoktu. Benim “anlık meleğim” de yanımda değildi.
Kalemi defterin arasına koydum. Mutfak ışığını söndürdüm. Son bir sigara içeyim
sonra odama giderim, yatağa uzanırsam uykum geliverirdi belki diye düşündüm. Balkona
çıktım bir sigara yaktım. Gökyüzü iyice kızarmaya başlamıştı. İnanılmaz sıcaktı.
Sigaradan bir fırt çekebildim. Bir ses at o sigarayı gir içeri dedi. “anlık
meleğim” gelmişti. İçeri mutfağa geçtim. Artık ben ben değildim. Bambaşka düşünen,
etrafı bir radar gibi tarayan, denizaltıların su yüzeyini görebilen periskoptu
gözlerim. Roman karakterine bürünmüştüm. Bilimkurgu filmlerinde özellikle
bambaşka bir kişilikten vahşi bir yaratığa dönüşenler gibi. Ama yaratık
değildim ki. Biraz daha zekam açılıverirdi o kadar. Hissetmiştim. İmgelemimi fark
etmiştim ve üst benliğim, yani anlık zekam harekete geçmişti o kadar. Ve bir
ışık belirdi. Yüzüm salona dönüktü. Cama dönük olsaydı bunu fark edebilirdim ama,
öyle bir ışık ki, duvarları delen kızıl bir ışık. Gökyüzünün bugünkü aldığı rengi
gibiydi. Sırtımdan girdi, kalbimden çıktı ve ok gibi duvara saplandı bir
yarısı. Ve sinir bozucu, insanın kanını donduracak bir ses peşi sıra. Ayaklarım
yerden kesildi. Gökyüzündeydim, sokakları, evleri, insanları seyrediyordum
şimdi. Etrafta çok gürültü vardı, bulutlar bile beşik gibi sallanıyordu. Kanatlarım
rüzgarın şiddetine karşı koyamıyordu. Evlerin birbirine şarap dolu kadehler
gibi tokuşması ve onların “şerefe”
sözü hiç de romantik değildi. Çimento yığınına dönmüş evleri görüyordum. İnsanların
çığlıkları bu gürültüye eşlik bile edemiyordu. Kimse kimseyi düşünemeyecek
kadar aciz ve bencildi.
Ne
yapıyorum burada dedim. Evdeydim şimdi. Devrilmiş eşyalar, kırılmış cam
parçacıkları, hepsini gündüz gibi görüyordum. Bizimkiler bu olanların küçük bir
bölümünde uyandılar. Uykudan uyanıp birbirlerini bulana kadar çığlıklarıyla
olan olmuştu zaten. Binalar yıkılmış, kimi insanlar beton yığınında çimentoya
harç olmuştu. Bir şehir tüm imgelemleriyle ölüyordu. Şehrim ölüyordu. O şehirle
birlikte ben ölüyordum. Dipsiz kuyu
dediğim, beni içinde boğan şehir aslında aşık olduğum şehirdi. Ben şehrime
aşıktım. Her bir şeyine. İyisine de, kötüsüne de. Yerine yeni bir şehir
kurulurdu belki ama ya benim içimde ölenler. Benim imgelemlerim. Onları kim
getirecek yitip giden insanlar gibi. Bir şehirle birlikte ölüyordum.
Kapıyı
açmışım, bizimkileri kapının ağzına toplamışım ve bunların hepsini ben
yapmışım. Bunları “zor zamanlarımın meleği” yaptığına iyiden iyiye inanmaya başlamıştım. Ve bu güne kadar da o’nu arıyorum. Zor zamanlarımın meleği ben o’na
“anlık zeka”, veya “üst benlik” demeyi uygun gördüm. Böylece daha bilimsel olur
diye düşündüm. Kadınlarımız özellikle Anadolu kadınları yaz, kış pijamalarını
hiç çıkarmazlar, ilk defa işlerine yaradı. Sanki böyle bir olay yaşayacaklarmış
gibi hazır ve nazırlardı. Portmantoda ne kadar terlik varsa hepsini toparlamaya
çalışıp merdivenin yolunu tutmaya başladı kızlarını alarak. Deprem kültürü
hiçbirimizde olmadığı için kurtuluşu merdivende ararız ve bu yüzden canımızdan
oluruz. Bu ara artçılar devam ediyor, annemleri tutmaya, birlikte kalmaya özen
göstermeye çalışıyordum. Aklı başında davranabilen bir bendim. Gözlerim ışık
varmış gibi öte beriyi görüyordu. Babama seslendim “Baba! Baba!” Hiç ses yoktu.
Nihayet korkmuştum. O sallantıda farklı bir çatırtı sesi duydum, o odanın
göçtüğüne, maalesef babam o göçüğün altında kaldığını sandım. Hiçbirimiz gidemiyorduk
o odaya. Ablam sabi çocuğu ellerinde bir an evvel inelim diye gözümün içine
bakıyordu. Herkes ağlıyordu. Nihayet “ baba ses versene ya!” diye sertçe
seslendim. Babamın sesi göçük altında kalmış gibi sessizce yankılandı salona. “gelemiyom!”
“Eyvah, eyvah ki eyvah!” diye odaya doğru yürümeye başladım. Odaya vardığımda
babam doğrulmuş, kendini korumak için bebekler gibi emekleye emekleye hol’e
gelmeye çalışırken televizyon bunun üstüne düşmüş. Canı acımış, zaten panikte
olan adamın sesi soluğu kesilmiş. Babamın koluna girdim, diğerleri annemin
peşine takılıp merdivenden aşağıya inmeye başladık. Hemen evimizin önündeki alana konu
komşu toplandık. Annemler hemen komşularla ağlaşmaya başladı. Herkes şaşkın, ne
olduğunu bilmez haldeydi . Etrafta çok kesif bir toz bulutu vardı. Yıkılan
binaların insan tozuna bulanmış çimento partikülleriydi bu.
Etrafı
incelemeye başlamıştım. Bilim adamı kafası bu korkunç günde bile böyle
işliyordu işte. İnsanların davranışlarını seyre koyuldum. Erkekler ve kadınlar
o kadar eşit görünüyorlardı ki. Korkuda birleşmiş ve eşitlenmişlerdi. Hemen buna
lakap taktım. Lakap takıla takıla böyle uydurma sözcükler kullanmaya ne zaman
başladım tam olarak hatırlamıyorum. “öd eşitliği”..o esnada imgelemlerimi
unutmuştum bir an. Canlı bir deney vardı önümde ve bununla ilgilenmeliydim
şimdi. Felaket anlarında insan davranışları. O kadar birbirine benzerdi ki. En korkmamış
görüntüsü verene kesinlikle Oscar ödülü verilebilirdi. Herkes korkmuştu ama
kimisi bunu gizlemeyi başarabiliyordu. Kimisi unutamıyor, o korkusunu ömür boyu
yanında bir çanta gibi taşıyordu. Gözlerinin içine baktıklarımda tüm insanların
geçmişteki tüm günahlarını, sevinçlerini bir film gibi o insan tozuna bulanmış
çimento partiküllerine akıttıklarını ve bu akıttıklarıyla gökyüzünü de kızıla
boyadıklarını görebiliyordum. Tartıştığım birisini gördüm. Haksızdı. Gözlerinin
içine bakınca affet beni diye kaçırdı gözlerini. Utanmıştı. İnsanlar felaket anlarında
böyleydiler ancak. ertesi günlerde tekrar eski kimliklerine dönerlerdi. Çakallar
talana çok uzak şehirlerden gelmeye başlayacaklardı sonraki günlerde. Deprem onlar
için bir fırsattı ve bunlara da insan diyorduk. Sonra bilim adamı kafasıyla
düşününce onların da bir bebeklikleri, çocuklukları , kötü de olsa bir
yaşantıları vardı diye düşündüm. Bilemiyorum, kendime şakacıktan da olsa bilim
adamı kafası var sende diyorum ya abartmayayım istersen. Bunu da bilmeyivereyim bari. Nedenini
elbette biliyorum. Geçim sıkıntısı, zor şartlar ve kötü anılar, travmalar ilk
suçu getirir. Sonra..sonra..sonra..derken meslek halini almış. Çakallık meslek
haline gelirse içerlerde duygu kıpırtısı denen bir şey kalmaz. Bencillik denen
aşırıya kaçmış etrafını umursamaz bir ruh hali içine dolar..oysa şöyle bir
düşünse, düşünecek bir beyinleri kaldıysa eğer, bu dünyada sadece kendileri olsa. Hep aynı yaşta, aynı statüde
kaldıklarını düşünseler. Ama bir tek kendileri kalsa. Komşu yok, şehir yok,
kendilerinin dışında insan yok. O zaman bu duygudan arınabilirler mi
bilmiyorum. Tabii böyle bir düşünce içine girebilmeleri için ortalama zekaya
sahip olmaları lazım. Yönetenler de gelir adaletsizliğini azaltacak bir çözüm
yolunu bulmaları, bu uğurda plan, program, yasa yapmaları gerekir. Mal canın
yongasıdır. Depremden sonra birçok insan haklı olarak mal derdine de düştüler. Şehirde
talan için yakalanıp linç edilen, polisler tarafından vurulan kişiler
olduğundan bahsedile gelirdi.
Bir
an babamı aklıma getirdim. Koca babayı unutuvermiştim. Gözlerim babamı ararken
bizim katın üstündeki balkonda bir gölge fark ettim. “ne oluyor, niye aşağıda
toplandınız?” diye aşağıya sesleniyordu. Ev sahibimizdi. Hep içerdi. Deprem olmuş,
bir şehir göçmüş kendisi bunun farkında bile değildi. Ailesi aşağıya çabuk
inmesini söylüyordu. İnanamıyordum kendime. Bir felaketten bu kadar komik bir
kareyi de yakalamıştım. Ve gülüyordum. Merdivenlerden alkolün etkisiyle
yalpalaya yalpalaya inip çıkan adam bu kez dimdik aşağıya iniyordu ve elinde
bir şarap şişesi. Biraz dikkatlice bakınca şarap şişesinin boş olduğunu fark
ettim. Bu daha komikti. Yerkürenin gökle birleşmesi buna yaramıştı. Alkolün verdiği
baş dönmesine inat.
Ve
babam..benim güzel babam. Korktun mu sen? Evet çok korkmuştu. O’nun korkusu
gözbebeklerine kadar işlemişti. Her halinden tüm soğukkanlılığını yitirdiği
belli oluyordu. Üstünde mavi bir slip dışında hiçbir şey yoktu. Yanına yanaştım.
Bizim Anadolu’da büyüklerimizin yanında keyif verici alışkanlıkları yapmazdık,
yapamazdık. İçki, kumar, sigara mümkün değildi bunlar. Sigara içerdi babacığım.
Ama yalınayak, mavi bir sliple sigarayı düşünecek durumu mu vardı babacığımın. Tişört
cebimde duran sigara paketinden bir tane çıkardım. “baba nasılsın, kendine gel,
insanlık hali bu doğa bazen böyle olaylarla da kendini hissettirir. Allah canımızı
bağışladı, çocukların yanında soğukkanlılığımızı korumamız gerekir öyle değil
mi?” diye öğüt verdim. Hep o öğüt verecek değildi ya. Elimdeki sigarayı babama
uzattım. “al iç baba, kendine gelirsin.” Babam kendinde değildi. Kim olduğumu
sezemedi bile. Haline o kadar acımıştım ki o an. Gözümden yaş aktı. Koca adam “öd
eşitliğini” yaşıyordu(Allah rahmet eylesin..2002’de beyin tümöründen vefat
etti.). sigarayı büyük bir iştahla aldı elimden ve “sağ olasın hemşerim!” demez
mi, kahkahayı koyuverdim. Babam şaşkın şaşkın bakarken, bir yandan da
sigarasını yakmaya çalışıyorum. Ben gülmekten, o korkudan titrediği için bir
türlü ateşle sigaranın ucunu öpüştüremiyorduk. Nihayetinde benim kim olduğumu
çıkardı. Ve o meşhur sözünü söyleyiverdi.”Bazen, çocukların da sigara içmesi
iyi oluyormuş!” Hep hatırlattım ölümüne
kadar. Olayları abartarak yakın çevreme anlatıp anlatıp duruyordum, babamın
deprem maceralarını. “abartma istersen” diye hep kızardı bana. Sonra güler
geçerdi.
“Annenler
nerede?” diye neden sonra bir eşi, çocukları olduğunu hatırladı. “Şuradalar,
komşularıyla birlikte..!” diye onların yerini gösterdim. Gerçi kim komşu, kim
sokaktan geçen herhangi bir insan kaynaşmış gitmişti. Dedim ya “öd kardeşliği”..erkek,
kız, anne, baba, tanıdık, tanımadık hepimiz o an öd kardeşiydik. Babam o tarafa
gidiyor gitmesine ama ayağında ayakkabı falan olmadığı için çok dikkatli
gidiyordu. Bu kadar komik olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çok komik yürüyordu.
Slip de olmasa..neyse bunu söylemeyeyim. Gitti annem sandığı ev sahibimizin
eşine “(…)bu başımıza neler geldi?” diye sarılmasın mı?..zavallı kadıncağız “evet,
kardeşim neler geldi başımıza “ deyip babamın kollarını havada bıraktı. O korkunç
kızıl felaketten bu denli karikatür karelerini çıkarıvermek hiç akıl karı
değildi. Millet ağlıyor, ben kendi acılarımı sonraya taşıyacağımdan mıdır nedir
gülüyordum şimdilik. Benim felaketim sonra başlayacaktı. Yarım kalan tüm
çalışmalarımı kazıdığım şehrim yerle bir olmuştu. ve ben kadavraya dönmüştüm. Eskisinden
daha iyi gibi görünen bir şehir kurulmuştu. Ya ben..göçük altında yitip giden
insanlar gibi ben de yitip gitmiştim ve hiç kimse bu durumun farkında bile
değildi.
Tezel R.Ş.Karabandoğlu-Deprem güncesi-
foto 1: Chris Miller foto 2: Bayar Gökçe foto3: Anthony Ayiomamitis foto 4: Correa Emmanuel
foto 1: Chris Miller foto 2: Bayar Gökçe foto3: Anthony Ayiomamitis foto 4: Correa Emmanuel
11 Ekim 2011 Salı
Saklı..
Sen en güzel uykularındayken..
Bir güvercin ürkekliğiyle ben..
Yanıbaşında beliriveririm..
Sen en masum yüzünle..
Yumuşacık yastığına koy başını..
Ben beklerim ipeksi saçlarını..
Ninniler söylerim..yıldızlara dair..
Nefesimi üflerim benli rüyalar görmen için..
Korkma ben seni beklerim..
Avuçlarında parmak uçlarım..
Sevgi pıtırlarını yayarken..
pencerenin kıyıcığına beyaz bir gül kokusu..
hafif aralayıp o güzel gözlerini..
pencereden alıverirsin tutkulu bir aşkı..
sen en güzel uykularındayken..
güvercin ürkekliğiyle aşk sözcüklerini mırıldanırım..
seni seviyorum..T.Refik Ş.Karabandoğlu..
9 Ekim 2011 Pazar
Denizyıldızsız kelebek toplayıcısı
Denizyıldızsız kelebek toplayıcısı
ben bir gölgeyim..yol çizerim bir kediye.
kelebek toplarım..denizlerden uzak..
gökkuşağının tüm renkleri her hücremden yansıyandır..
her rengimle aşık olurum..deli sevdalanırım tüm renklere..
kırmızı balonum ve kuşlar kadar özgür uçurtmamla kapınıza geliveririm..
ben kelebek toplayıcısı bir gölgeyim kediciklerim.
bir kelebek bulduğum zaman denizlerden uzak..içim içime sığmaz, sevincim yerçekimsiz ayacıklarım olur
ve tekrar uçurtmam ve kırmızı balonumla denizlere sevdalı bir tırtıl olarak hayata merhaba derim..
t.r.karabandoğlu(denizy ıldızsız kelebek toplayıcısı..)(f:kenny random)
8 Ekim 2011 Cumartesi
4’LÜ
LEKE
Alelacele sokağa fırlamıştı..çok önemli
bir görüşme yapacaktı..yetişmesi ve işi kapması lazımdı..çünkü bu iş o’nun son
şansıydı..hiçbir zaman sevdiği işlerde çalışamamıştı..zorunlu yerlerde mutsuzca
sırf birilerinin gönlü olsun diye birçok işe girip çıkmıştı..aah, ilk defa
istediği gibi bir iş karşına çıkmıştı işte..ama bu kez de bir sorunu vardı ve
çok önemli bir sorundu bu..bu kez dişli bir rakibi vardı..uyuzun biriydi
bu..birçok yabancı dil bilmesine rağmen kültürden, sanattan, yaşamdan anlamayan
uyuz hödüğün biriydi..biraz da kendisinden gençti tabii..avantajları yok
değildi..dış görünüşü ve konuşması düzgündü kendisinden..ama duyguları
yoktu..önemli olan duygular değil miydi? Değildi işte..gerçek hayatta bu
böyleydi..bu kez bu işi kendisi kapacak ve hayatını bir düzene sokabilecekti..çok
şık ve markalı beyaz bir gömlek, altına yine marka siyah kumaş pantolon, yine
marka hakikaten çok cesur bir ayakkabı almıştı sırf bu görüşme için..bunlar
için tüm limitlerini kullanmıştı..cebinde sadece 20 tl vardı..başka yerden
gelebilecek parasal imkanı da yoktu..bu sondu..işveren görüşmeci uyuz rakibiyle
aynı anda akşam yemeğinde buluşma teklif etmişti..neden aynı anda anlayamamıştı
ve üstüne çok bozulmuştu bu duruma..avantajı da olabilirdi..aynı anda..o
mekanik sese karşı, duygu yüklü, şiirsel şivesiyle karşısındakini
etkileyebilirdi..aynanın karşısında o kadar tirat’lar yaptı ve buna hazırlandı
ki, siyasetçiler bunu görseydi o an, şimdiden sandalyesini altından çekmeye
çalışırlardı..
Arada sırada vitrinlere bakıyor, insanlara
çarpmamak ve onların teri gömleğine sinmemesine özen gösteriyordu..hava
güzeldi..kafe’lerden sokağa kaldırımlara taşılmış, insanlar gevezelik
yapıyorlardı masalarda..biri seslendi: “Votkom nereye?”. Hay senin Votkom’una
da sana da..nerden gördün be! İşim rast gitmez şimdi..arada sırada bununla
meyhanede içer, mahalle kahvesinde tavla atarlardı..çok sevmezdi..ama bu koca
şehirde tek takıldığı arkadaşı da buydu..”Kopuk” derlerdi..kendisi de böyle
seslenirdi..gerçek adı Berdi’ydi..”çok acelem var Kopuk, yetişmem gereken
randevum var.” “Ula parayı mı buldun?..ne bu şıklık?..gece iki tek atarız
senden..”..”atarız, atarız merak etme..bu işin sonu bir olsun hele..sonra
görüşürüz..oyalama beni”..he bu iş olsun da senle vakit geçireceğim işim
bitmiş..diye küstahça düşündü..dönüp baktı arkadaşına, ve kayıtsızca hızlıca
adımlarla sokağın sonuna yürümeye başladı..
Neredeydi bu..işte burası..ne diye Türkçe
isim koymazlar ki..bu kadar kendi dilinden utanan millet az bulunur yer yüzünde..Tanzimat’tan
beri bu ecnebi merakı yok muydu genlerimizde o kadar yani..hayır
taklitçiyiz..ürettiğimiz falan yok..hep tüketici, taklitçi..hedef de koyuyoruz
ya bu halle..hayal aynasında cüce devler..devasa bir yer..dış görünüşü böyleyse
iç’i nasıldır kimbilir..paniklemişti..”çatal, bıçağı karıştırmasam bari” diye
aklı oynaşmaya başlamıştı kendisiyle..aynada kendisiyle konuşmaya pek
benzemeyecekti anlaşılan..şöyle bir baktı ve süzdü “lüküs restoranı”..kirli
sarı taş duvarlar, ahşap bir kapı, kapının üstünde rolyefler..sadece kartal
başına o kadar dikkatli bakmıştı ki..bir an acaba benim atalarım mı diye
düşünmedi değil..kendini kartal gibi görürdü hep..komünist bir
kartal..kapitalizmden, liberalizmden hiç hazzetmezdi..marksisti ama inançlı bir
Marksist..Cemil Meriç versiyonu komünist..şimdi tam göbeğine gidiveriyordu
liberalizmin..ama ne yapabilirdi ki..bu
iş o’nun son hamlesiydi..işi alamazsa ne faydası dokunabilirdi ki bu
dünyaya..beş parasız komünist..çekinerek kapı tokmağına asıldı..açılmadı
tabii..iyice panikledi..zil gibi bir şey de yok..içeri giremeden dışarı
çıkıverdik diye akıl oynaşmalarına devam etti..tam kapı tokmağına bir kez daha
hareketlenirken kapı içeri doğru açıldı..kendinden çok daha şık bir adam:
“Buyurun efendim, hoş geldiniz!..rezervasyonunuz var mı?” diye şöyle kendisini
üsten aşağıya süzerek, hatta kendince küçümseyerek sordu. İnanamıyordu, ne yani
beğenmemiş miydi şimdi bu diye söylendi kendince..kapı görevlisi bile
beğenmemişti kendisini..bozma moralini be Votkom..diye aklınca moral yüklemesi
yaptı kendisine..kapı görevlisi altı üstü..”evet var!” dedi sertçe..İsmini
söyledi..salona buyur edildi..içeri adımını attı, anlatılmazdı..yutkundu..kalbi
titredi..kalp ile gözyaşı arasında bir ilişki var mıydı..var idiyse şu an
kendisi kanıtlıyordu işte..gözü nemlendi..koca bir salon ve kendisi mini
minnacık bir zerreydi şimdi..tavan gökyüzü gibi uzak göründü kendisine..mavi
miydi ne..gökyüzünü mü kopyalayıp yapıştırmışlardı ne? Gökyüzüyse balıkların
orada ne işi vardı..? Tavana baka kaldı..öylece gökyüzünden akvaryum yapmışlar,
içine balıkları doldurmuşlar ve burjuva ibnelerine, liboş yavşaklara seyirlik
yapmışlar..yook ben bunlar gibi olamam..gözünü seveyim benim sahilimin,
takalarımın, kayıklarımın, yakamozlarımın, yosunumun..gözünü seveyim o güzelim
sahilde içtiğim votkalarımın, rakımın..yok ben gideyim en iyisi diye geri
dönmeye kalkıştı..hayır yapamazdı..son şanstı bu..
Ne olacaksa olsun diye şöyle bir salona
göz gezdirdi..görmüştü..”eyvah, benden önce gelmiş..yalaka..ben sana gösteririm..bu
işi senden kapacağım!”..söylenerek yürümeye başladı..işi verecek adam çok mu
sadeydi yoksa salonun ihtişamından kendisi mi öyle görüyordu bilemiyordu..bir
tek o masaya kilitlendi..diğer masalar umurunda bile değildi..ayrıntıydı ve
ayrıntılarla uğraşacak zaman değildi şimdi.. masaya doğru yürüyordu yürümesine
ama kendisi bunun farkında mıydı bunu da bilemiyordu..çok yaklaşmıştı..nerdeyse
göz göze geleceklerken yan masalardan bir gölge ayağa mı kalkmıştı ne..elinde
fincan ve gömleğine doğru yayılan bir sıcaklık..ne olduğunu anlayamamıştı
bile..bir anda olanlar olmuştu..bembeyaz gömleğe sımsıcak bir Türk Kahvesi
lekesi..şimdi gömleğiyle aynı renkteydi..her şey sona ermişti..bütün beyaz
umutları bir kahve lekesine kurban edilmişti..”tüh a..k..im” diye ağzından
kaçırıvermişti işte..aslında hiç kullanmaz kullananlardan da nefret
ederdi..hatta zor olsun diye türk dil kurumu’na öneri de getirmeyi
düşünüyordu..şöyle söylerken insan yorulsun ve artık bu kötü sözcüğü
kullanmasınlar diye..mahalle kahvelerinde nokta yerine bu sözcüğü
kullanıyorlar..düşünsenize bir çay ver a..k..,su getir kahveci a..k….of! hiç
sevmezdi ki..ama şimdiki durumuna bundan daha iyi tabir kullanılamazdı..tam bu
duruma uygundu..
-
Afedersiniz..çok pardon beyefendi..masada
yer değiştirirken siz önüme geçtiniz..çok özür dilerim..istemeden oldu..
Gölge güzel bir kadındı ama bunu
görebilecek bir durumda değildi..ve üstüne üstlük kahveyi üstüne şelaleleyen
kendisi değilmiş gibi, suçun yarısını kendisine atıvermez mi?.. “siz ne yaptığınızın farkında mısınız?
hayatımı bitirdiniz hanımefendi..” kızgın ve panikle bu tümceyi söyleyebildi
ancak..hayır ne yapacaktı..geri dönse dip, bu haliyle masaya varsa bir başka
dip..
-
Çok üzgünüm beyefendi, alt tarafı bir
gömlek..telafi edebilirim..lütfen bir fırsat verin..evim çok yakında..veya yeni
bir gömlek aynısından hemen gidip aldırayım..lütfen çok üzüldüm..inanın bunu
telafi etmeme izin verin..
Ne diyordu bu..hayatımı nasıl telafi
edeceksiniz diye aklından sövüp sayıyordu..belki de söylüyordu bunları
o’na..aklı uçup gitmişti..evi yakınmış..bluzunu mu verecekti kendisine..alın
bunla idare ediverin..gömlekten bahsediyor..gömlek mömlek beni
ilgilendirmiyor..beni bu iş ilgilendiriyor tamam mı?..
-
Erkek arkadaşımın buna benzer bir gömleği
olabilir diye düşünüyorum..ne var bunda..bu kadarı çok fazla..
Vay vay vay!..erkek arkadaşının soyunma
odası..anadolu çocuğusun oğlum..anlamazsın sen..akıl oynaşmaları o kadar
hızlanmıştı ki..hem sakar, hem küstah..para da uzatır şimdi bu..
-
Buyurun parasını, fazlasıyla karşılar
sanıyorum..çok uzattık..elimden geleni yaptığıma inanıyorum..
Çekil be kadın..bela mısın..ben senin gömlek dilencin değilim..soyunma
odana yeni bir gömlek alırsın bu da benden olsun..diye söylendi aklından..neden
sonra salona bakabilmişti..herkes tabii ki bunlara bakıyordu..çok
utanmıştı..kadın üzgün vaziyette masasına ilişmiş..ve gözleri
nemlenmişti..yanındakiler teselli eder durumda idiler..artık geri dönüş
yoktu..bu durumda karşılarına geçecekti..iki adım attı..uyuz rakibi ayağa
kalktı..kibarca işverenin elini sıktı..teşekkür etti..hayırlı olsun geri
bildirimiyle dünyası başına yıkıldı..işi o kapmıştı..”merhabalar..geciktim ama
bu benden kaynaklanan bir nedenden dolayı değil, siz de gördünüz durumu..öyle
değil mi”
-
Merhabalar..hoş geldiniz..ama maalesef iş
ortağımı buldum..üzgünüm..umarım gelecek günler umut dolu olsun sizin
adınıza..ilginize teşekkür ederim..
Hayır dedi..bana da bir fırsat vermeniz
gerekir..ne olursa olsun..iş ahlakı bunu gerektirir..fırsat eşitliği..bu işi
çok istiyorum..inanamıyordu..adam; üstüne,başına dikkatlice göz gezdirdikten
sonra gömleğindeki o kahve lekesine bakmaya başladı..şimdi kendisiyle değil
sanki muhatabı o lekeydi ve o’na bizim şirkette her şeyin bir çözümü
vardır..hız ve zaman çok önemlidir..şu an bir lekeyle konuştuğumu fark etmiş
olman lazım..üstünü çıkarsaydın ve öyle gelseydin karşıma daha çözümsel
olurdu..hoşçakalın..bunları bir lekeye demişti..geri döndü..bir hiçti..allah’ın
dünyaya kovaladığı sürgün bir forsaydı..salonun ihtişamı bir anda sona
ermişti..hayatı gibi..masalarda oturanları domuz gibi görmeye
başlamış..üstündekilerde ağıl pisliğinden başka bir şey değildi..pezevenk
beyefendiler ve onların boyalı fahişeleri..hepinize lanet olsun..ulan sizden iş
dileyende kabahat..soygun yapanlar..para için adam vuranlar geçti gözlerinin
önünden..hepsine hak vermeye başlamıştı şimdi..çok fazla uç fikirlerde gidip
gelmeye başladı..terörist mi olalım be..”efendim gidiyor musunuz?”.. içeri
girerken küçümseyen papyon kılıklı bu kez acıyarak sormuştu..yok şurdan bana da
bir papyon yelek ayarla..biraz bu domuzlara pislik yedirmem gerek..”evet
gidiyorum..iyi akşamlar..lordum..”..”iyi akşamlar..teşekkürler
beyefendi..”..beyefendiler götürsün seni..
Kaldırımlardaydı..ne yapacaktı..zavallı
“Kopuk Berdi”’ye sayıp durmaktaydı..bu dünya hep böyleydi galiba..domuzlardan
kızan..gariban sokak köpeklerine yüklenirdi..bu kez de böyle olmuştu..”ulan
kopuk..seni gördüm ilk..bir görünme be..işim rast gitmedi işte..allah belanı
versin e mi?”..en iyisi sahile inmek diye düşündü..eve gitse ne
yapacaktı..”ulan bir 35’lik alacak param bile yok!.. bir bira’ya sürücülere
bile izin veriliyor..iki bira beni esinletmez..üç bira’ya bir lira
eksik..oof..tüküreyim bu hayata..”..sahilde, her zaman denizi seyrettiği bir taş
vardı..kaya parçası..deniz yükselince, dalgalar arasında ağrı dağı gibi
yükselirdi..deniz küçülünce kendisi de bir kaya parçası
oluverirdi..oradaydı..ve denize sövmeye başladı şimdi..yakamozlardan nefret
ediyor..dalgalara giydiriyordu..hele yoldan balıkçı teknelerine sesli sesli
“denizi’de alın evinize götürün..pis midenize indirin” diye
bağırıyordu..allahtan kıyıya çok yakın değillerdi..yoksa bunu duyan balıkçı
ağabeyler fena benzetirlerdi..
-
Merhaba Votkom..nasıl gidiyor hayat?
Bu ses, hiç yabancısı değildi..sesin
geldiği tarafa başını çevirdi..tuhaf giyimli bir adam..buraların insanına pek
benzemiyordu..giyimiyle..hatta duruşuyla..ayakta sandalyeye oturur gibi duran
bir adam..oysa hiç de öyle biri gibi görünmüyordu..”sen de nereden çıktın
be!..ne istiyorsun..çek git..hiç çekemem moruk..keyfim yok..para mara da
yok..git başkasına..”
-
İyi ya işte..ben de bunun için geldim..
Para mı verecekti bu..manyaklara
geldik..ulan kopuk hep senin gibilerle gecemizi geçiriyoruz..”dilenci mi
sandınız..kimsenin parasına ihtiyacım yok..ama yanında 35’lik Tekir’in varsa
eyvallah, birlikte piizleniriz..yoksa..hiç uğraşamam seninle..”
-
Sana bir anlaşma teklifi sunmak
istiyorum..kabul edip etmemen sana ait bir karar, zorlamam..kabul etmezsen
çeker giderim..kabul edersen ve anlaşmaya harfiyen uyarsan..ne istersen o
olursun..ne diyorsun şimdi?
Banka mı soyduracak, adam mı
vurduracak..ne yaptıracak..soytarı sandı..az önce “malikane”’den çıkarken
düşündükleri geldi aklına..tövbe..tövbe..inanmazdı böyle şeylere..”babalara
geldin..ecinnilere mi karışıyorum nedir?”..biraz tırsmıştı..eskiden insan
kılığına giren cinler varmış, ıssız, izbe yerlerde insanlara görünür bunlara
seslenir, sigara, kibrit gibi şeyler istermiş..cevap verirsen “attaya”
gönderirlermiş..böyle bir durumda hemen ayaklara bakıldığını eğer ayakları
tersse cin, düzse insan olduğu söylenegelirdi..hemen ayaklarına çaktırmadan
bakıverdi..hiçbir anormallik yoktu..adam bunu anlamış gibiydi..ve pis bir
kahkaha atıverdi..dalgalar kıyıya daha bir sıkı vurdu..adamın kahkahasına
karşılık vermiş gibi..korkmuş muydu..hem de nasıl..ama son bir erkeklik
yaptı..ne teklif edeceksen et deyiverdi..nasılsa kabul etmeyecek..çekip
gidecekti böylece..başka bir kaçışı yoktu..”
-
Sana dörtlü bir yaşam sunuyorum..birini
seçeceksin..üçünü zihninden, birini sahiden..ama hiç kimse hangi hayatı
seçtiğini bilmeyecek..sen dahi..o’nu finalde ben sana söyleyeceğim..dikkat
senin en önemli vasfın olacak..trafik kurallarına uyacaksın..yoksa..sen
anlarsın..şimdi kabul edip etmemen sana bağlı..bu işin sonunda başarırsan
istediğin her şeyi olabilirsin..uyarıyorum..üçünün sonu ölüm..birinin sonu
mükafat ve istediğin bir yaşam..
“Tanrı mısın ulan, tövbe tövbe..manyak
mı..satanist misin nesin..allah allah..” Titriyordu..korkudandı tabii ki..hayır
bunu kabul edemezdi..kendisini deli görüyordu ama böylesini gördükten sonra
halinden şükretmeye başladı..”ben istediğim yaşamı tercih
etmişim..doğuştan..anamdan çıktım ve bu yaşıma kadar geldim..varın gidin
yolunuza..boğaz köprüsünü başkasına satın lütfen..” Az önceki sertliğinden hiçbir eser kalmamıştı
bünyesinde..hiç yoluna gitmek de vardı bu işin sonunda..ses tanıdık ama adamı
hayatında ilk defa görüyordu..lakabını biliyordu..yoksa kopuk’un bir oyunu
muydu? Olabilirdi..bir keresinde rıhtımda olta atmış balık tutmaya çalışan
emekli bir amcaya yaptığı oyunu aklına getirince kesin kopuk ibnesinin bir
oyunuydu..”ulan aklını alacağım senin..görürsün sen..fil gibi
içireceğim..köpeklerle seviştireceğim seni..”..adam oltayı atmış bir yandan
gazetesini okuyor..hiç üşenme sen..o ılık sonbahar gününde gir denize beyaz
donla..çarşıdan aldığın alabalığı adamın oltasına as..kahvede, evde, her yerde
zavallı amcacığımın tek anlattığı hikayesi bu oldu..halen de anlatır
durur..denizden alabalık çıkardım diye..
-
Pekala..teklif var ısrar yok..şimdilik hoşça
kal..görüşeceğiz seninle yeniden..bekle..haa! leke’yi sakın unutma..at denize
gitsin..
Ulan bu karanlıkta o leke’yi nasıl gördün
be adam! Diye söylendi..adam giderken arkasına baka kaldı..sevinmişti..korktuğu
gibi olmamıştı..rahatlarken..bir medeni tıkırtı duydu..ayağının dibine kadar
yuvarlandı..bozukluğa benziyordu..1 tl’miydi ne..adamdan düştü..üç bira
içebilirdi..aldı eline..şöyle bir baktı..türk parasına benzemiyordu..yabancı
paraların çoğunu da bilirdi..eskiden para koleksiyonu yapardı.yazı kısmında
gömleğine benzer bir leke vardı..biraz daha bakınca aynı lekeydi..korktu..neydi
şimdi bu..tura kısmını merak etti çekinerek..dili tutuldu..o kız..gayri
ihtiyari elinden düşürüverdi..yuvarlandı ve “çlop!” diye bir sesten başka bir
şey duymadı..denize düşmüştü..ürperdi..ne demişti adam giderken..”leke’yi
unutma..at denize gitsin”..kopuk’u görmesi gerekiyordu..kopuk’tu mopuk’tu ama
bazen feylozof gibi şeyler yumurtlardı..
Görmüştü..her zaman ki gibi okey oynuyordu..ıstakasında
14 taş; elinde 14 taş..hiç değişmez fazla taşla oynardı..yoksa kendisine
haksızlık sayardı..boş zamanlarını kahvede, dolu zamanı çok varmış gibi
rıhtımda balık tutardı..eskiden balıkçılık yaparmış..bir teknesi varmış..borç
harca gitmiş..elinden çıkmış..şimdi turistlere kendisi gibi boktan incik boncuk
satarak ancak içki ve kumar parasını çıkarmaktaydı..masasına yaklaşıp “Kopuk,
seninle önemli bir şey konuşacağım..işin uzun sürer mi?” diye kulağına
fısıldadı..
-
Yok be Votkom..son üç el..şunları bir
sövüşleyeyim..konuşalım eyvallah..bir senle konuşuyorum..diğerlerine hırlıyorum..
“sahilde olacağım..bitirir bitirmez gel
yanıma” diyerek karşılık verdi..”ulan neydi şimdi bu, dinine yandığımın..halen
etkisindeyim”..gözleri ufuk çizgisini tarıyordu..hep umut oradaydı galiba..bir
şey gelecek ve O’nu alıp götürecek..ne gelecek idiyse..keşke o parayı
düşürmeseydi denize..Ya kopuk söylediklerine inanmazsa..terelelli..haklı da
olurdu yani..ama birilerine bunu söylemeliydi..içine atsa daha kötü..inanmazsa
inanmasın..
-
Geldim
be Votkom..bu gece tekir’ler benden..iyi tokatladım adamları..ne
kerizler var..o’nlar olmazsa biz ne yapacaktık be Votkom?..acımızdan
düzdürürdük bir tarafımızı..
Yine neşesi yerindeydi..bu iyi
haberdi..anlatacaklarına inanmazsa, güler geçerlerdi işte..”Kopuk akşam beni
gördün ya..seslenmiştin ne bu şıklık diye..?”
-
Hakikaten çok şıktın..iş mi buldun?
Meraklandım ve sevindim be Votkom..
Evet hem de ne iş..anasının örekesini
tersten görecek bir iş..”sorma be Kopuk..o iş olmadı..bir terslik oldu”..ve
anlatmaya başladı en ince ayrıntısına kadar..”ne diyorsun..?” korkarak ve ne
olur inan bu anlattıklarıma der gibi sesi titrekçe sordu..
-
Şu son anlattığın o sahildeki durum bana
başka bir öyküyü hatırlattı..koyunsuz çoban’ın hikayesini duydun mu hiç?..şu
gördügün dağlar var ya..şu gerimizde..hiç dikkat ettin mi..buraların insanları
her yere girer çıkar ama şu dağlara adım atmazlar..hayvanlar bile çekinir..yol
değiştirirler o dağlardan geçmektense..eskiden o dağların adı Koyunlu Dağları’ymış..vaktiyle
bir çoban o dağlarda koyun otlatırmış..buraları böyle kasaba falan
değilmiş..büyükçe bir köymüş..köyün de tek çobanı buymuş..ama halinden hiç
memnun değilmiş..bir gün canına tak etmiş..düşün önüme demiş koyunlara..bir
uçurumun kenarına götürmüş koyunları..en öndekine basmış tekmeyi..yuvarlanmış
koyuncağız uçurumdan aşağıya..diğerleri de durur mu..peşi sıra..koyun milleti
işte..sıra en son koyuna gelince..dillenmiş ve çoban’a dönüp: - bak çoban
efendi..her adım attığında önünde 4 yol çıkacak..hangi yolu seçersen seç
köyünden bir can alacağım..o aldığım canlar’ın geriye kalan canlarını sana
katacağım..sonsuzluğa kadar sana lanetim bu olsun..demiş ve uçurumdan aşağıya
atıvermiş kendini..o günden bu yana o dağlarda koyun sesli çoban’ın sesi yankılanırmış..
Yaşadığı olay ve dinlediği bu öykü iyice bütün vücudunun
kimyasını bozmuştu..”ya..bu sesi sen hiç duydun mu ..doğduğundan beri bu
kasabadasın..”
-
Yok be Votkom..inanmam böyle şeylere..halk
söylencesi işte..senin anlattığın olayla örtüştüğü için anlattım..hangi
defineci ibnelerin uydurması kimbilir..yıllardan beri halkımızı bilmez
misin..ot’a bok’a gördüğü her sakallıya inanırlar..tepelerine getirirler..ne
tırsak adamsın..ne o komünist bozuntusu..kapitalistlerin uydurmasyonlarına
hemen inanıverdin..dönüverdin..aah bu insanlarda göt korkusu yok mu?..her şey
aslında orada başlar orada biter..bizim insanlarımızın beyni orası..tuvalete
girip sıçtıklarında kendilerini filozof sanmaları bundandır galiba..
“ Ama benim yaşadığım olay gerçek be
kopuk..başlarım kapitalist uydurmasyonlarına..beni bilmez misin
sen..”..inanmamıştı işte..gülüp de geçemiyordu..bırak rahatlamayı, iyiden iyiye
beyni sulanmaya başlamıştı..bu gece evde de yalnız kalamazdı..korkuyordu be..ne
yani komünistlerde korkar..insanız be..insanız diyerek kendini avutuyordu..
-
Kalk bakalım..kalk be..geç benim yerime..ben
de senin yerine..şimdi ben senim..sen bensin..inan şimdi..
Haklıydı..toprağın suya muhtaç olduğu
kadar haklıydı..hiçbir şey diyemedi..ne diyebilirdi ki..deli saçması
anlattıklarına..
-
Nerede para..göster..yok..öyle bir olay
yok..yaşamadın sen..kızgın ve kırgın ayrıldın..geldin sahile..için geçti..daha
önce okuduğun bir kitabın etkisinde kaldın..rüyanda gördüğünü yaşadım
sanıyorsun işte bu kadar..lan oğlum..bırak bunları..sabaha kadar bırakmam
seni..bir yetmişlik tekir’im var..söğüşlediklerimden de meze yaparız..iyi bir
demleniriz..ne gam kalır ne keder..ne dersin..boş ver be..kopuk var oğlum hayatında..ne olur bize..!
İyi..hiç olmazsa sabaha kadar kopuk’la
takılsa iyi olacaktı..şimdi şimdi biraz rahatlamıştı..haklı da olabilirdi..ama
yaşamıştı be..yaşamıştı..
her gün düzenli olarak geçerdi bu sokaktan..buraların en
zengin sokağı buydu..konaklar sokağıydı burası..peşi sıra konaklar yirmi metre
arayla karşılıklı dururlardı..çoğunda insan yaşamazdı..asıl ilgilendiği sokağın
en sonunda ve içinde sürekli insanların bulunduğu canlı konaktı..diğerlerinden
ayrılmış gibiydi..kendi başına sokak gibiydi ve diğer konaklardan daha
büyükçeydi..avlu duvarından yüz elli metre ötesinde bir açık alan vardı..yıllar
öncesinden kalma, yüz yıllık diyebileceğimiz çınar ağacı vardı..bu ağacı kesmek
istemişlerdi bir ara..devlet arazisiydi ve belediye istimlak edip ihale usulü
bir müteahhitlik şirketine site yapmasına çalışıyordu..ama buna kim engel
olduysa bu mümkün olmadı..halen belediye ile kimse onlar savaş
halindeydiler..oysa bu sokağın tek süsü ve çocukların tek oyun alanı
burasıydı..her tarafı beton yığınına çevirmeyi gelişme ve büyüme zannedenlerin
borusunu öttürdüğü zamandaydık ne yazık ki..ne ki bu ağacın kesilmesine kendisi
de karşıydı..hem doğacı tarafı buna izin vermiyordu hem de bu konağı buradan
dikizleyebiliyordu rahatlıkla..çünkü bu konakta oturan bir kadına platonik bir
aşk besliyordu..harikulade bir güzelliğe sahip olan kızı bu dünyaya hiç
yakıştırmıyordu..zevk almadığını biliyordu..kendisine yakın buluyordu..belki bu
şatafatlı hayattan kurtarabilecek bir keloğlan çıksaydı, hiç durmaz keloğlanın
peşine takılabilecek görüntüsü vardı yüzünde..o üzgün halinden hemencecik bu
anlamı çıkarmıştı..ve konak kızının keloğlanı neden kendisi olmasındı ..yine
elinde arazi dürbünü, ağacın yere yakın dalına bir kuş gibi tünemişti..bugün
doğum günü partisi vardı Kumru’nun..adını Kumru koymuştu..”sinek gibi
peşindeler..züppeler..iyi giyinmeyle..baba parasıyla Kumrumun aklını
çelemezsiniz..o sizden biri olabilir ama sizin gibi değil işte..mutsuz..sıkıcısınız..dansa
kaldırdı..etme onla dans..”..
Piyanoda Rahmaninov’un Senfonik Danslar çalıyordu..kendisi
parmak uçlarında hareket eden bir balet gibi, Kumrusuna yaklaştı:
-
Dans edelim mi?
-
Neden olmasın, teşekkür ederim..
Harikaydı..dans etmiyor uçuyordu..sevdiğinin yumuşacık başı
koynundaydı..ellerini sevdiğinin parmak uçlarından tutup savurması sonra tekrar
onun sıcaklığı kaybolmadan teninde, kendine doğru çekmesi dans ile şiirselliğin
karışımını veriyordu..dans değildi bu..göğe senfonik gezintiydi..çünkü bulutlar
kanat takmış melek gibiydi yanlarında..gökyüzündeydiler ve ayaklar yer
çekiminden habersizdi..
-
Dansı kimden öğrendiniz..?
-
Hiç kimseden..doğaçlama yapıyorum..dansa karşı
içimde karşı konulamaz bir istek vardı her zaman..
-
Keşke bir dans hocası tutsaydınız madem..bu
kadar dans etmeyi seviyor idiyseniz..
-
Efendim anlamadım Kumru hanım..
-
Etrafa çaktırmayayım, sizi mahcup duruma
sokmayayım diye ayağıma bastığınızı ikidir gizlemeye çalışıyorum..iki dakika
bana uyabilirseniz kurtulmuş oluruz bu eziyetten..
Ağaçta bir baykuştu şimdi..kızıl baykuş..rüyasında bile dans
edememişti işte..kendi rüyasında..”ya ben ne beceriksiz, işe yaramayan bir
hödüğüm..evet hödük..” diye kendisine söylenmeye devam etti..”balkona
çıktı..yalnız..heey, ben buradayım..beni bekliyorsun hayatın boyunca..gelemem
diyorum ben sana..gelemem dans etmesini bile bilmiyorum ne yazık ki..keloğlanım
ben..” “..hiç yalnız bırakırlar mı, sizden sıkılıp hava almaya çıktı, biraz
rahat bırakın Kumru mu..”..bir elinde dürbün..avucunu dudaklarına değdirdi ve
açtı Kumrusu’na doğru öpücükle üfledi..o esnada kızın saçları
dalgalandı..hafifçe gülümseme belirdi dudaklarında..”bu bendim bir
tanem..bendim..” dedi içinden ağaç baykuşu..”hay allah..bunlar nereden çıktı
şimdi?..iyice tüneyim buraya..” o esnada iki gölge ağaca yanaşmaya başladı..”ne
yapıyorlar bunlar..tüüh allah belanızı versin..” Bu ağacın kesilmesine en çok
itiraz edenler de bunlar olmuştur sanırım..”ulan, biz nereye işeyeceğiz..”
diye..
-
Bu konağın bir öyküsü var azizim..
-
Duymuştum, ama bir de sen anlat, belki seninki
farklıdır..
-
…
-
Gerçek midir acaba..bir gün ninemler canlı şahit
olmuşlar..gerçek olduğuna inanıyorum..
İki gölge uzaklaşırken, konuşmaları devam ediyordu..
-
Bizimki ne kükredi be..
-
Kükredi ama sonra tevil etti..
-
Hiç yaramıyor ne yapsa size..
-
Ne yaptı ki yarasın allasen..
yakında batı yeni bir sosyal site bulur onlar
sosyalleşirken..bize neden sonra gelir ve bolca küfürleşiriz yeni sosyal siteden..
ne kadar küfür yok desem de..yağmur gibi şemsiye tutmuyor
mübarek..o kadar mutluyuz ki hayatı küfürle eşdeğer tuttuk yaşayıp
gidiyoruz..pöh!
ne yaptılar bilmiyorum ama başardılar sanırım..yüreğimde
o'na karşı duyduğum büyük aşkı çıkardılar..ve çok rahatladılar..
umarım rahatlamışlardır..uğraştıklarına değsin bari..benim
işime yaramadı bari kendilerine yarasın..yalnızlığımla mutlu olmaya bakayım..
adam gibi aşık olmanın bu devirde çok sakıncası
varmış,tecrübeyle sabitledim.aşk mı..uzak dursun..kuyruğu titretmenin hiç
gereği yok doğrusu..
hem o beni en az benim kadar sevmemiş doğrusu..nereden mi
biliyorum?karşıma çıkar ne diyorsun sen,seni senden daha çok seviyorum
diyebilirdi..
ve sayelerinde o kadar insan girdi ki hayatıma..ve
hiçbirisini doğru dürüst tanımıyorum bile..hepsi birbirinden rezalet ve
küfürbaz..
onlara bakıp,bir sürü küfür yiyorum bu benim için bu dünyada
cezam olsun..bedenim tüm günahları burada döksün..arınıp gideyim o tarafa..
ne güzel zamanın gerisinde ve ilerisinde dönüp durup tüm günahlarından
arınmak..şu an'ı yaşayamıyorum..yaşayıp da ne olacak..
bilmiyorum belki sadece ellerim yanacak..razı mıyım..ya
yüzüm ve gözüm..tüm çirkinliklere onlar şahit değil mi?
cennet ve cehennem arasında tercih yapmam gerekiyor..her iki
taraftan da tanıdıklarım var ve bu yüzden araf'ı tercih ettim..
ve cehennemdeki tanıdıklarımı kurtarmaya çalışıyorum bu
yüzden tüm alışverişim..onlar yerine bedenimi siper etmem isteniyor..bunu
yapacağım..
bben kim miyim?zamanın çok ötelerinde kaybolan bir tür zaman
polisi..bilim kurgu filmlerinden fırlamış bir kedi gibi balık kılçığı
topluyorum..
ve kurt postuna girmiş lağım farelerini..bu dünyayı veba
salgınından kurtarmaya gönderilmiş peperuhi..
başarabilir miyim, şu an bu mümkün
görünmüyor..hastayım..henüz sinerji yaratamadı zaman meleğim..
git o zaman..kendimden gittim..sen halen orada ne durursun
ki..
nihayetinde
hepimiz birer çocuktuk ve bize verilen oyuncaklar kadar zamanı tüketirdik..kainat
ile bir insanın zaman çizelgesi ters orantılı işlediğini bilim adamları da
bilemezdi nihayetinde..kainat büyük patlamaya kendi doğumuna giderken, insanlar
yeryüzüne zaten ölü doğuyorlardı..film kareleri gibi..istediğin yerden
başlayabilirdin..ileri geri oynayarak..veya bir karesinde
dondurabilirdin..mutfağa su koyduğun bardağın kırılmasıyla bir keskin cam
kırığının parmağını kestiği ana..dünyalık ölü bedenlerimize ötecan taşıyıcı
ruhları seyrederken bitmiş filmimizi..T.R.KARABANDOĞLU..Dörtlü-Kızıl Mavi-(P)iç
Kurusu-Leke-Güneş-Final(TASLAK ROMAN)..
TEZEL (REFİK ŞİMŞEK) KARABANDOĞLU
(4’LÜ-LEKE-taslak roman..taslak romanlarımdan seçmeler..)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)