21 Ekim 2011 Cuma

SEVİYE

- Savaş mı istiyorsun?
- Hedef olarak beni mi seçtin? Yoksa asıl hedefin Nazım mı? Eğer Nazım'ı hedef seçtiysen, şiir yazmayı bırak önce. Sonra O'nun yazdığı şiirleri oku, özümseyerek oku..Yazdığı şiirlerinden manalar çıkar, niçin yazılmıştır, kime yazılmıştır, hangi duygularla yazılmıştır, bunun gibi şeyleri düşün..orta öğretimde atasözlerini açıklayıcı kompozisyon ev ödevleri verilirdi. Nazım'ın her yazdığı şiirine bir kompozisyon yaz..sonra onun yazdığı bir şiirine öykün, eski yazdıklarınla karşılaştır. Eğer halen hedefindeyse Nazım ve halen kendine şair yazdıklarına şiir diyorsan ve bunu da herkese meydan okuma aracı olarak kullanıyorsan şiir mi istiyorsun yoksa şair mi diye..hadi canım..Yok hedefin Nazım değil bensem, hedefi ben olan biriyle hangi özelliğiyle fikir savaşına tutuşayım..


 T.R.KARABANDOĞLU

16 Ekim 2011 Pazar

Postacı..

 - ısırmasaydın postacıyı..posta sanaydı..
-  ama sen söylemedin mi yabancıları eve alma diye!
-  yabancı mıydı o; postacıydı..merak et şimdi kimden diye..
-  şimdi bunu da ısırmak vardı ama genlerimizde var sadakat..trk..Bel Kemikli Öyküler..(foto:dinesh kutty)

12 Ekim 2011 Çarşamba

O ANLAR..



İnanılmaz derecede huzursuzdum. "Bir şey olacak ama ne? Okullar açılsa ve bana yeniden bir görev düşse. Oyalanırdım hiç olmazsa. Çoluk çocuğa karışmak, onlarla hem hal olmak gibisi yok bu dünyada. Biraz sokağa çıkayım, açılırım belki.”


Kaldırımlardaydım. “Her zamanki gibi sokaklar. Yürümesini bilmeyenler kaldırımlarda. Kaldırımın orta yerinde durup birbirleriyle gevezelik ediyorlar. Gidip gelen insanlar var, bunların umurlarında değil. Yoluma devam etmek için kaldırımdan araba yoluna inmek zorunda kaldım. Ne yapıyorsunuz be! Kaldırımlar herkesin, babanızın malı değil, görgüsüzler. Kadınlar daha çok yapıyor bunu. Kapısının önü zannediyorlar. Bu kadar konuşacak çok şeyiniz varsa gidersiniz bir açık parka, çoluğunuz çocuğunuzla oturursunuz orada. Böylece işleri acele olanları engellememiş olursunuz. Kime diyorum ki.”
Bayram değil, seyran değil, hava da çok sıcak olmasına rağmen hem caddeler kalabalık hem de kaldırımlar. "En iyisi bir sokağa dalayım. Daha sakin olur." Tek tük gördüğüm insanlar her zaman için daha çok ilgimi çekmiştir. Köyünden gelmiş olduğu ne kadar belli. Haftanın iş günü olmasına rağmen acil bir işi çıkmış olabilir. Köyünde kullandığı tarım makinesine bir parça almaya inmiş olabilir. Yüzü traşlı, hükümet şapkasını da hafif yan örtmüş. Dudaklarında az önce içmiş olduğu sigarasının sararmış dumanı tütüyor. “hey gidi amcam benim be!” içimden selam vermek gelmişti şimdi buna. “selamun aleyküm amca!” “ve aleyküm selam yegenim!” bu kadardı işte. Her şeyini anlamıştım. Alışverişe gelmiş çarşıya, anca vakit bulabilmiş tarlasından. Toplu yaparlar bunlar alışverişi: iki çuval buğday unu, değirmeninde beklettiği mısır unu, iki teneke sıvı yağ, toz şeker, misafirlerine ikram edeceği çay vs..
Bitişik iki apartman, altında mahalle bakkalı. Hava sıcak ya, bakkalcı ve şürekası masaları kurmuşlar dükkan önüne. Bir muhabbet gırla gidiyor. Sanırsın ki birbirini boğazlıyorlar. Balkonda oturmuş iki kadın, ellerinde el örgüleri, pasta börek önlerinde olduğuna göre “gün”leri var. Bu mahalle benim en sevdiğim mahalle. Uzun süre burada oturduk. Çoğunu tanırım. Onlar beni tanımaz. Çok ilişkim olmamıştır oturduğum yerlerde insanlarla. Kiracıyız. Şehir göçebesi anlayacağınız. Aşağı yukarı Düzce’nin her mahallesine kokumuzu, ayak izimizi, sıkıntılarımızı, sevinçlerimizi bırakmışızdır. En uzun süre bu mahallede oturduk. O yüzden tanırım çoğunu dedim. İçimden bu yeşil apartman’a uzun bir süre bakma hissi oluştu nedense. Görmeyecekmişim gibi bir daha. “Ersoy Ap.”. “Selamun Aleyküm komşu. Bir sigara, bir kibrit alacaktım! Muhabbetinizi böldüm kusuruma bakma!” “ne demek, hemen vereyim!” gözlerimde yaş birikti, az önce neşeli neşeli gülen bu değildi sanki. Bağırarak konuşan adamın sesi tuhaf gelmişti. O anda kalmış gibi. Ses o an donacakmış ve sadece bana sigara ve kibrit verirken kullanacakmış gibi.
Böyle hisleri çocukluğumdan beri taşıyordum. Ama ilkbahardan beri çok arttı. Sokakları, caddeleri, mahalleleri, mahalle kedilerini, köpeklerini, kaldırım taşlarını, elektrik direklerini, apartmanları, onların renklerini, tanıdık tanımadık insanlarını, üstüne bastığım ve her gece arşınladığım kaldırım taşlarını, çay içmeden duramadığım parkı, Atatürk heykelinin bulunduğu anıtparkı, orta ve lise eğitimime devam ettiğim ve birçok anımı biriktirdiğim düzce lisesinin bulunduğu yeri, hemen karşısında okuldan kaçıp sığındığım Cumhuriyet İlkokulunun bahçesindeki küçük kütüphaneyi, arkadaşımla masa tenisi oynadığımız bilardo salonunu, ve oturduğumuz her mahalleyi görme hissiyle doluydum. O gün tek tek dolaştım buraları. Bir daha kavuşamayacak, göremeyecek gibi, ayaklarım şişene kadar düzce ovasını karış karış dolaştım. Ve yorulmuştum.
Bu yorgunlukla evimizin tv odasında duran kanepeye uzandım. Oturduğumuz ev yine aynı mahalledeydi. Burası gece kurtarılmış bölgeydi. Bar, içki mahzenleri, gazinonun bulunduğu bir yerdi. Çoğu insan belli saatlerde buradan geçmezdi. Sarhoşlar, ayyaşlar, kopuklar burada bulunurdu genellikle. Biz orada 4 kız 1 erkek anne va baba çekirdek aile oturduk iki yıl kadar. Evli iki ablam bu evde misafirliğe geldiklerinde oturdular.
Genellikle yatıya gelirlerdi. O gün küçük ablam misafirliğe gelmiş altı aylık bebeğiyle. Eniştemin işi çıkmış  bu da evde sabi bebeğiyle tek başına kalmaktan çekindiği için bir günlüğüne yatıya baba ocağına gelmişti. Babam terziydi. Üç sokak aşağıda dükkanı vardı. Geç gelirdi. Dükkanı kapatınca biraz parti lokaline takılırdı. Arkadaşlarıyla tavla atardı genellikle. Yatsı namazını camii’de kılar, evine gelirdi.
Kanepeye uzanmıştım, bir elimde kumanda, ama bir işe yaramayan bir kumanda olduğu için televizyon kanallarını değiştirmek gerektiğinde yeniden ayağa dikilip televizyonun yanına kadar gitmek gerekiyordu. O esnada ablam içeri girdi. “hayırdır abla, eniştem kapıya mı koydu?” diye takıldım. Aslında sevinmiştim de. Altı aylık bebeğini sever, içimdeki bu garip hissi birazcık olsa dağıtabilirdim. Ablam  bu takılmama karşılık olarak taklit etti beni dudağını bükerek.
Akşam yemeğini oturma odası geniş olduğu için orada yerdik. sofradan kalkan babamla karşılıklı kanepelerde uyuduğumuz odaya geçerdi. Çünkü televizyon oradaydı. Annem televizyonu odaya koymayı uygun görmüştü yazın. Kışın oturma odasında olurdu televizyonun yeri. Babamla annem belli çocuktan sonra ayrı yatmayı uygun görmüşler. Babamla aynı odada kalırdık genellikle. Annem kızlarıyla odaları paylaşırdı. Korunma bilmeyen Anadolu insanları. Annem tam bir Anadolu kadınıydı. Çocuklarına çok düşerdi. Babam ilgisiz gibi görünürdü bu konularda. Bir süre annem tuğla fabrikasında iki ablamla çalıştı ve birazcık da olsa aile ekonomisine katkıda bulundu. Bizi bu şartlarda okuttular kendilerini sakatlayarak. Annem ve büyük ablam o fabrikadan sakatlanarak çıktılar. Tuğla tozu, sıcaklık hem ciğerleri hem kemikleri hasta ederdi. Kendilerine pek bir şey yaramadı. Sağlıklarından oldular o kadar. Düzenin bozukluğundan ve acımasızlığından kaynaklanıyordu bu durumlar. İşçiler hep acılar içinde hayat mücadelesine devam ede gelirdi eskiden beri. Ve hiçbir iktidar bunu düzeltme çarelerini düşünmezdi. Vahşi kapitalizm..
Babam uzun bir süre tek başına aile ekonomisini götürmeye çalıştı. İğnenin ucuyla yedi çocuğuna ve kadınına bakmak için çırpınıp durdu. Kira evlerinde süründü. Zor şartlardı. O gün bunları bile düşündüm. Vekil öğretmenlik görevi düşmesi için her gece tanrı’ya yalvarırdım. Öğretmenlik hem kariyerdi benim için, hem de çok sevmiştim bu mesleği. Bir işe yaradığımı dibine kadar hissettirmişti bana. Okuldan eve geldiğim zaman hemen yarının programını yapardım. Çocuklardan daha fazla çalıştığıma eminim. 92, 93, 94’te yapmıştım sınıf öğretmenliğini. Ve beş yıldır çok kısa süreli başka işler dışında vekil öğretmenlik düşmemişti bana. Bir yandan okuluma hazırlanıyordum. Açık üniversite yazmamın en önemli sebebi, fakir olmamızdı. Biraz da orta eğitim taban puanım kötüydü. Açık yazarsam hem çalışıp hem okurdum, böylelikle aile ekonomisine de katkıda bulunmuş olurdum. Ama evdeki hesap bir türlü tutmamıştı. Girişkenliğim yoktu bunu kabul ediyordum. En ufak bir başarısızlık, bir olay beni demoralize etmeye yetiyordu. Bu moral bozuklukları, işe girip çalışma isteği yoksunluğu işime de yaramıştı. Uzun bir süre insanları takip etme şansını elde etmiş ve böylece diğer yeteneklerime gözlem yeteneğini de eklemiştim. İnsanların hangi düşüncelerle nasıl hareketler içinde bulunabileceğini fark edebiliyordum. Bu benim asıl işimdi. İnsanları, hayvanları, böcekleri ve bitkileri..onların öykülerini..yazıya dökmeden, kafamın içine çiziyordum, imgeler ve donmuş kareler olarak. Her imgem bir öyküydü. Her harf bir şiiri, bir öyküyü saklıyordu aslında. Her fotoğraf, her yüz, her adım, sokakta, evde, işte, nerede ne olursa benim imgelerimdi. O imgelem bir öyküyü, bir anıyı aklıma getirirdi. Bu çalışmalarımı yazıya dökmeyi çok istiyordum. Ama bir türlü o cesareti kendimde bulamamıştım.
Babam gece on iki’ye doğru geldi..tv’ler kapanmış, herkes odasına uyumaya çekilmişti. “ne haber?” dedi. Mutfaktaydım. Bir yandan abur cubur atıştırırken bir yandan da kısır sözcüklerimle şiir’e benzetebileceğim şeyler karalardım. Şiir yazmak hakikaten zor iş. Önemli ama çok zor. Herkes şiir yazamaz. Bende bunlardandım. Çok kitap okusam da bunu değiştirememişti. Arada sırada güzel yazdıklarım çıkmıyor değildi ama bu kadardı işte. Babam hiçbir zaman eve boş gelmezdi. Ekmeği ekmek dolabına koydu. Ekmek dolabı memleketten kalma iki katlı  üst bölümde küçük pencereleri olan, alt tarafı tamamen ahşaptan yapılmış sarı renkte dolaptı. Üst tarafına günlük kullandığımız tabak, bardak gibi şeyler bulunurdu. Alt dolabının bir gözünde kuru yiyecekler(pirinç,un,şeker vb), bir gözünde ise ekmek konulurdu genellikle. Hemen dolabın karşısında buzdolabı vardı. Kiracı olduğumuzdan dolayı oradan oraya kelebekler gibi ne zaman gideceğimiz belli olmadığı için eşyaları pek yenilemezdik. İşte bu sözüme kahkahalarla gülüyorum. Çamaşır makinesi ve fırın acenteydi(yeni alınmış bir eşya için kullanılan halk sözcüğü, bizim buralarda böyle derdik). Kapının girişinde genişçe hol vardı. Oturma odası, televizyon odası ve mutfak bölümünü birbirine bağlardı. Mutfak kapısı ile oturma odasının kapısı arasındaki duvara yeni aldığımız vitrin dediğimiz camekanlı dolap vardı. O dolapta da misafirler için kullandığımız kırılacak bardak ve yemek takımları bulunurdu. Camekan bölümünde bir sürü ıvır zıvır süs eşyalarını doldurmuştu annem.
Biraz meyve almış. Mutfak masasının hemen altında yer minderinde oturmuşum elimde kalem. Üstümde yazlık bir tişört. Altımda kısa bir şort. Ve ev terliği. “merhaba, nasıl geçti günün?” diye selamına karşılık verdim, elinde meyve torbasını mutfak masasının üstüne koyarken babama. “nasıl geçsin, her zamanki gibi..” diye karşılık verdi ve torbadan kırmızı bir elma çıkarıp bana uzattı. “üzüm, elma aldım, üzüm de ye!” dedi yorgun ve kızarık gözleriyle. Cevabımı beklemeden mutfaktan çıktı bir elinde bir salkım beyaz üzümle. Atıştırmış arkadaşlarıyla yoksa bir tabak da olsa çorba içerdi. “yemek yemeyecek misin?” diye seslendim. Cevap vermedi. Odasına gitti.
Kalemi defteri bıraktım. Balkona çıktım. Oturma odasından ve mutfaktan balkona çıkılabiliyordu. İki balkon vardı. Biri babamla benim kaldığımız odadan çıkılırdı bir de bu balkondu. Saat bir’e kadar buraları cıvıl cıvıl olurdu. Bu kez öyle değildi. Gökyüzü kıpkızıldı. Böyle kızıl gökyüzünü ilk defa görüyordum. Çok tuhaftı. İçimdeki kızıl duygular gökyüzüne yansımıştı sanki. İnsanlar kabahatli içiyorlardı sanki. Neşesiz, gürültüsüz, içine kapanık. Karşıda sağ çaprazımızda gazino vardı. Arada sırada dansöz getirirler aralık perdeden bir görünüp kaybolduğunu görürdüm. Gazino çok erken dağılmış, ışıklar sönmüştü. Oysa çok erkendi gazino için. Elmayı bitirdikten sonra bir sigara yaktım. İçimdeki sıkıntı iyice alev almaya kafamın içini dumanlarla doldurmaya başlamıştı.
Saate baktım bir otuzdu. İyice tenhalaşmıştı sokaklar. Caddeden tek tük arabalar geçiyordu. Caddenin bir bölümünü görebiliyordum oturduğum açıdan. Can sıkıntısı ve kafamın içinde dolaşan türlü öyküler birbirini tüketiyordu. Her yeni öykü, diğerini en dibe atıyordu. Caddeye, sokağa, sokak lambalarına son defa bakıyormuşum hissi geldi kalbime ve göz bebeklerime yerleşti. Kimseye anlatmayı istemediğim bir durumdu şu an bana olan. Nedensiz duygusallaşmıştım. Balkon faslına ara verdim bu kez. Bir salkım üzüm aldım elime babam gibi. Yer minderine oturdum. Deftere baktım. En son yazdığımı hatırlamıyorum ama yiten bir sevgiliyeydi karşılıksız mutlaka. Birazını hatırlıyorum. Gülümsedim, öykülerin daha güzel dedim. Bu şiir yazma sevdası nereden çıktı be kuzum diye takılıyordum her zamanki gibi. Bir arkadaşıma özenmiştim. Şiir yazıyordu, ve hiç fena değildi hani. Karşılıksız bir sevda anıma denk geldi. Ben de yazacağım dedim. İnanılmaz kötü şeyler. İlkokul, ortaokul öğrencilerinin karaladığı akrostişli şiirler. Daha sonraları epey geliştirmiştim kendimi ama o günlerden kalma yazdığım ve adına şiir dediğim şeyleri görünce bir yandan yüzüm kızarır bir yandan kıkır kıkır gülerdim. Şu anda olduğu gibi.
Mutfak kapısı hafif aralandı, annem uyuyamamış. “hayırdır gece kuşu, ne bu saatlere kadar oturursun bilemedim ki?” diye söylendi bana. “esas sana hayırdır, bu saatte niye uyandın?” karnı acıkmış, bir parça ekmekle babamın getirdiği üzümden bir salkımda o kaptı. Gece oturmalarım ara ara gelirdi. Her gece oturmalarımda muhakkak bir ilginçlik yaşardım. Batıl inançlı filan değilim pek ama, tesadüfler birbiri ardı sıra gelince insan kendisinden sanıyor bazı şeyleri. “ne kadar sıkıntılı bir hava” bir yandan üzüm yiyordu bir yandan söyleniyordu. “bana mı söyledin anne?”. Cevap vermedi. Birbirimize bir dolu şeyler söylüyorduk ama o kadar alakasız cevaplar veriyorduk ki, sanki o esnada dört kişiydik, ben başkasıyla, annem bir başkasıyla konuşuyormuş gibi. İyi hatırlıyorum. Yine gülme krizi tutmuştu. “niye gülüyorsun şimdi? Üzüm yememe gülüyorsun, rahatsız oldun velet seni!” diye hafif şakayla azarladı. “bugün merdiven başında beklerim seni..” diye tamamen saçma bir karşılık verdim. “telefon faturasını yatırmayı sakın unutma, baban para bırakacaktı yarına..” diye cevap verdi. Tam körler sağırlar birbirini ağırlar diyalogu. “hadi yeter sen de yat” diye mutfaktan çıkarken yine bana söylermiş gibi yaptı. Dinlemeyeceğimi o da biliyordu. Saat iki otuzu az geçiyordu.
Annemle karşılıklı gülünç konuşma bile içimdeki sıkıntıyı giderememişti. Altı aydır devam ediyordu. Yukarıda değindiğim gibi. Yine bir şey olacak, önemli bir şey, umarım kötü bir olay olmaz bu kez. Anneannemi kaybettiğim gün böyle olmuştum. Bir çok önemli olaylarda bu hisse bürünüyordum. Şimdilerde uzakdoğu’dan yayılan bir dolu yöntem kitaplaştırılmış, görselleştirilmiş, profesyonel hale gelmiş pozitif enerji yönlendirmeleri. Kurumsallaşmış dünyanın birçok yerinde. Vücudum topluyor galiba tüm enerjileri. Her canlı, cansız varlıktan bir ısının çıktığına ve insanları etkilediğine ben de inanırım. Bizim dinde “nazar” ritüeli var. Uzakdoğulular da buna feng-şui demişler. Bunun üstüne yazılmış kitapları okumaya başladım şimdilerde, ama hiçbir şey anlamadım tabii. En iyisi benim yöntemim. İmgelem oyunu. Bebeklik dönemimi bile bazen hatırlayabiliyorum. Doğum, emekleme, ilk çıkan sözcük, lanet uçak an’ı..saçmalıyorum biliyorum. Felsefik olarak bunları yaşıyorum, tekrar tekrar dönüp yanlış giden ne varsa düzeltmeye çalışıyorum. Hayatımın bölümlerinde o kadar yanlış yaptıklarım var ki, hangisini düzelteyim. Bir yandan hayata tutunma refleksleri, bir yandan insanoğlunun zaaflarından kaynaklanan telafisi mümkün olmayan hataları, bir yandan çevreden kaynaklanan ve seni doğrudan etkileyen olaylar. Kısacası bir yaşam.
Daha önce paylaştığım anı kıpırtılarından bahsetmiştim. İnsanları çok iyi gözlerim. Konuşmasını, yürümesini, oturmasını, kalkmasını, nesneleri, objeleri, bitkileri, hayvanları kısacası her şeyi. Bu yüzden hep kendime abartısız “imkanım olsaydı bilim adamı olabilirdim” diye söylenirdim şakayla karışık. Biz fakirlerden çok nadir çıkar bilim adamı. Diyeceksiniz ki çoğu bilim adamı fakir..bizden çıkmaz..onlardan çıkar..bizden-onlardan sözcüklerini kime kullandığımı umarım anlamışsınızdır. Kimseye serzenişim yok. Ama bizde böyle böyle ne denizyıldızları kıyıda kalıp yitip gidiyorlar. Yazılarımda sık sık kullanırım denizyıldızı imgesini. Yitip giden çoban bilim adamlarımızdır bu imgelemin baş rolünde..
Kafamın içinde imgelem yoluyla doldurmuş olduğum bir dolu öykü, günce, anı, roman, makale, deneme, şiir vardı ki ileride bir zamanda beyin okuma yöntemi diye bir bilim gelişirse, benim beynimi okuyanın kafası gerçek ile sanallık arasında sıkışıp kalır labirente düşmüş bir fare gibi. Çocukken biraz otizmi hastası olduğumu sanıyordum. Uçak kazasından sonra mı, önce mi bilemiyorum. Daha sonra dislektik olduğumu düşündüm. Doğuştan beynin bir yanını kullanmayan hasta insanlar bunlar. Bazı harfleri karıştırırlar. Okuduğunu anlayamazlar. Kendini ifade edemezler. Olayları çok boyutlu gördüklerinden dolayı diğer insanlar gibi düşünmezler. Bir olayı, bir resmi, çok farklı boyutlara indirgeyip hepsine bir çözüm aramaya kalkarlar. Bir olayın bir çözümü vardır. Dislekti’lerde ise bir olayın dört farklı çözümü vardır. Ben galiba böyle bir insanım. Bende sandığım otizmi hastalığımı imgelem yoluyla yenmeye çalıştım. Kaç yaşında biliyor musunuz henüz beş yaşında. Harfleri, sayıları imgelem yoluyla öğrendim. O yaşta bulmuştum bu yöntemi. Belki de bir melek geldi yardım etti kimbilir. O meleği ne etrafımdakiler ne de vücudum gördü. Ama üst benliğimde  o’nu duyumsadım ve hissettim. Belki de saklı bir zekamdı o benim. O lanet uçak kazası o’nu beynimin en ulaşılmaz bir yerine koydu ve bazen zor durumlarda karşıma “anlık zeka meleği” olarak karşıma çıkardı.
“saat üç’e on var..” mırıldanarak sigara içmeye balkona çıktım. “Ne olacaksa olsun artık işim gücüm var benim”. Neden bilim adamı olamadım, neden yeterince derslerime çalışmadım..arkadaşlarımın takılmalarına aldırış etmeseydim, gözüm gözüm..ne varmış şehlaysa..o gözlerle neler yaptığımı bir bilseler böyle yaparlar mıydı hiç sanmam..eski sevgilim gözlerimin önüne geldi yine. O’na şiirler yazıyordum şu anda bile. Kabullenmemek, reddedilmek, sevilmemek iyice içime kapatmıştı beni. O’nu değil ona duyduğum aşkı seviyordum aslında. Bu daha kutsaldı, daha onurlu, ama daha hazin sonuçlar verdi ilerleyen yaşantımda. Hiçbir kadına bu denli büyük bir his besleyemiyordum, ışık, enerji alamıyordum. Sanki içimdeki aşka ihanet etmiş olacaktım yeni hislerle, yeni bir aşkla tanışsaydım. Bu yüzden kadın arkadaşlarıma  tıpkı erkek arkadaşlar gibi davranmaya başladım. Sadece bir arkadaş. Her türlü şebekliği yapar, onlara ben size ait değilim diyordum aslında bu davranışlarımla. İçimdeki büyük aşka aittim. Tekrar etmemde bir beis görmüyorum. O’na değil ona hissettiğim kutsal aşkı seviyordum artık. O bir imgelem olarak kaldı o kadar. Hem ne elini tutabilmiştim, ne gözlerinin içine bakabilmiştim. En son bir şey mırıldandığımı hatırlıyorum “seni seviyorum gibi bir şeydi”..o da “bu konu burada kapansın” diye bir şey geveledi. Oracıkta bitmişti aslında o. Bileklerimi kestiğimi hatırlıyorum. Allahtan kör bıçaktı ve annem yakaladı. Çok bir şey olmadı. Annem hem sövdü hem ağladı. Delirmişsin sen dedi. Alt tarafı bir kız. Başka kız mı yok, diye bir dolu papara. Ah anneciğim hiç mi kara sevdaya tutulmadın.Benimki de her aşkım da olduğu gibi kendi kendine aşktı yani. Hep böyle aşklar yaşadım ben. O’ndan sonra hiç mi bir kadına ilgi duymadım. Evet duydum tabi ki. Bu denli büyük olmadı. Bana ilgi duyanlar olmadı değil.Oldu ama bu kez ben ilgilenmedim. Onları arkadaş olarak gördüm hep, ve hayatımın bir karesi olarak o zaman diliminin bir parçasına kattım. Demek ki bir insanın  bir insana aşk duyması  bazen yetmeyebiliyor. Normali karşılıklı olması. Normal bir hayat yaşamadım ki aşkım normal olsun. Bak buna da gülüyorum. Sonra bunu bilimselliğe dönüştüreyim dedim  bari bir işe yarasın tek taraflı aşkım. Hakikaten aşkın kendisi var. En büyüğü Tanrı sevgisi, O’nu bu dünyevi duygulardan arındırırsak aşkın var olduğunu kanıtladım gibime geliyor. İnsanlar sadece bir neden. Evet aşk iki insanın arasında oluşan bir duygu bağı. Önlenemez, aniden kapınızı çalıveren içine tıp, edebiyat, sanat, seyahat ve bir nevi tüm çevre faktörlerin karıştığı  karmaşık durum. Bu yüzden kimse aşkı tarif edemiyor. Ve ben bu olguyu hayatımla kanıtladım diye düşünüyorum. Bu olguyu da çalışmalarımın içine katıyorum. Ve bununla ilgili uzunca bir makaleyi de beynimin içine taslak olarak kaydettim. Aşk kişilerle yaşanabileceği gibi, tek başına da yaşanabilir. Aşk ete kemiğe bürünen bir varlıktır aslında. O esnada kafamın içindeki düşüncelerimin bir bölümünü de bunlar kapsıyordu, yazıya dökmüyordum o kadar. Hafızama imgelem yoluyla(bir tür şifreleme yöntemi) arşivliyordum. Bazen bir apartman, bazen bir ağaç olabilir, bazen anlamsız bir harflerle oluşmuş tümceler yığını. Her şey benim imgelemim olabilirdi. En çokta şehrimdi benim imgelemim. Kaldırımları, mahalleleri, okulları, gelip geçen insanları..o kadar yığılmıştı ki bu çalışmalarım, imgelerimi hafızamda iyice yerleşsinler diye ansiklopedilerden ozanların, yazarların, bilim adamlarının hayat hikayelerine sıkıştırmak zorunda kalıyordum. Onların hayat hikayelerini okuyordum, bir bölümünü yazıyordum. Hem onları tanıyordum aslında hem de onlara kendi çalışmalarımı, kendi hayat hikayelerimi sunuyordum. Karşılıklı alışverişti bu benim için. Futbolcu yüzleri, sinema, tiyatro ve ses sanatçılarının yüzleri, dinlediğim bir müzik ezgisi aslında imgelem oyunumun bir parçasıydı.
Saat üç’ü gösteriyordu ve hiç uykum yoktu. Benim “anlık meleğim” de yanımda değildi. Kalemi defterin arasına koydum. Mutfak ışığını söndürdüm. Son bir sigara içeyim sonra odama giderim, yatağa uzanırsam uykum geliverirdi belki diye düşündüm. Balkona çıktım bir sigara yaktım. Gökyüzü iyice kızarmaya başlamıştı. İnanılmaz sıcaktı. Sigaradan bir fırt çekebildim. Bir ses at o sigarayı gir içeri dedi. “anlık meleğim” gelmişti. İçeri mutfağa geçtim. Artık ben ben değildim. Bambaşka düşünen, etrafı bir radar gibi tarayan, denizaltıların su yüzeyini görebilen periskoptu gözlerim. Roman karakterine bürünmüştüm. Bilimkurgu filmlerinde özellikle bambaşka bir kişilikten vahşi bir yaratığa dönüşenler gibi. Ama yaratık değildim ki. Biraz daha zekam açılıverirdi o kadar. Hissetmiştim. İmgelemimi fark etmiştim ve üst benliğim, yani anlık zekam harekete geçmişti o kadar. Ve bir ışık belirdi. Yüzüm salona dönüktü. Cama dönük olsaydı bunu fark edebilirdim ama, öyle bir ışık ki, duvarları delen kızıl bir ışık. Gökyüzünün bugünkü aldığı rengi gibiydi. Sırtımdan girdi, kalbimden çıktı ve ok gibi duvara saplandı bir yarısı. Ve sinir bozucu, insanın kanını donduracak bir ses peşi sıra. Ayaklarım yerden kesildi. Gökyüzündeydim, sokakları, evleri, insanları seyrediyordum şimdi. Etrafta çok gürültü vardı, bulutlar bile beşik gibi sallanıyordu. Kanatlarım rüzgarın şiddetine karşı koyamıyordu. Evlerin birbirine şarap dolu kadehler gibi  tokuşması ve onların  “şerefe” sözü hiç de romantik değildi. Çimento yığınına dönmüş evleri görüyordum. İnsanların çığlıkları bu gürültüye eşlik bile edemiyordu. Kimse kimseyi düşünemeyecek kadar aciz ve bencildi.
Ne yapıyorum burada dedim. Evdeydim şimdi. Devrilmiş eşyalar, kırılmış cam parçacıkları, hepsini gündüz gibi görüyordum. Bizimkiler bu olanların küçük bir bölümünde uyandılar. Uykudan uyanıp birbirlerini bulana kadar çığlıklarıyla olan olmuştu zaten. Binalar yıkılmış, kimi insanlar beton yığınında çimentoya harç olmuştu. Bir şehir tüm imgelemleriyle ölüyordu. Şehrim ölüyordu. O şehirle birlikte ben  ölüyordum. Dipsiz kuyu dediğim, beni içinde boğan şehir aslında aşık olduğum şehirdi. Ben şehrime aşıktım. Her bir şeyine. İyisine de, kötüsüne de. Yerine yeni bir şehir kurulurdu belki ama ya benim içimde ölenler. Benim imgelemlerim. Onları kim getirecek yitip giden insanlar gibi. Bir şehirle birlikte ölüyordum.
Kapıyı açmışım, bizimkileri kapının ağzına toplamışım ve bunların hepsini ben yapmışım. Bunları “zor zamanlarımın meleği” yaptığına iyiden iyiye inanmaya başlamıştım. Ve bu güne kadar da o’nu arıyorum. Zor zamanlarımın meleği ben o’na “anlık zeka”, veya “üst benlik” demeyi uygun gördüm. Böylece daha bilimsel olur diye düşündüm. Kadınlarımız özellikle Anadolu kadınları yaz, kış pijamalarını hiç çıkarmazlar, ilk defa işlerine yaradı. Sanki böyle bir olay yaşayacaklarmış gibi hazır ve nazırlardı. Portmantoda ne kadar terlik varsa hepsini toparlamaya çalışıp merdivenin yolunu tutmaya başladı kızlarını alarak. Deprem kültürü hiçbirimizde olmadığı için kurtuluşu merdivende ararız ve bu yüzden canımızdan oluruz. Bu ara artçılar devam ediyor, annemleri tutmaya, birlikte kalmaya özen göstermeye çalışıyordum. Aklı başında davranabilen bir bendim. Gözlerim ışık varmış gibi öte beriyi görüyordu. Babama seslendim “Baba! Baba!” Hiç ses yoktu. Nihayet korkmuştum. O sallantıda farklı bir çatırtı sesi duydum, o odanın göçtüğüne, maalesef babam o göçüğün altında kaldığını sandım. Hiçbirimiz gidemiyorduk o odaya. Ablam sabi çocuğu ellerinde bir an evvel inelim diye gözümün içine bakıyordu. Herkes ağlıyordu. Nihayet “ baba ses versene ya!” diye sertçe seslendim. Babamın sesi göçük altında kalmış gibi sessizce yankılandı salona. “gelemiyom!” “Eyvah, eyvah ki eyvah!” diye odaya doğru yürümeye başladım. Odaya vardığımda babam doğrulmuş, kendini korumak için bebekler gibi emekleye emekleye hol’e gelmeye çalışırken televizyon bunun üstüne düşmüş. Canı acımış, zaten panikte olan adamın sesi soluğu kesilmiş. Babamın koluna girdim, diğerleri annemin peşine takılıp merdivenden aşağıya inmeye başladık. Hemen evimizin önündeki alana konu komşu toplandık. Annemler hemen komşularla ağlaşmaya başladı. Herkes şaşkın, ne olduğunu bilmez haldeydi . Etrafta çok kesif bir toz bulutu vardı. Yıkılan binaların insan tozuna bulanmış çimento partikülleriydi bu.
Etrafı incelemeye başlamıştım. Bilim adamı kafası bu korkunç günde bile böyle işliyordu işte. İnsanların davranışlarını seyre koyuldum. Erkekler ve kadınlar o kadar eşit görünüyorlardı ki. Korkuda birleşmiş ve eşitlenmişlerdi. Hemen buna lakap taktım. Lakap takıla takıla böyle uydurma sözcükler kullanmaya ne zaman başladım tam olarak hatırlamıyorum. “öd eşitliği”..o esnada imgelemlerimi unutmuştum bir an. Canlı bir deney vardı önümde ve bununla ilgilenmeliydim şimdi. Felaket anlarında insan davranışları. O kadar birbirine benzerdi ki. En korkmamış görüntüsü verene kesinlikle Oscar ödülü verilebilirdi. Herkes korkmuştu ama kimisi bunu gizlemeyi başarabiliyordu. Kimisi unutamıyor, o korkusunu ömür boyu yanında bir çanta gibi taşıyordu. Gözlerinin içine baktıklarımda tüm insanların geçmişteki tüm günahlarını, sevinçlerini bir film gibi o insan tozuna bulanmış çimento partiküllerine akıttıklarını ve bu akıttıklarıyla gökyüzünü de kızıla boyadıklarını görebiliyordum. Tartıştığım birisini gördüm. Haksızdı. Gözlerinin içine bakınca affet beni diye kaçırdı gözlerini. Utanmıştı. İnsanlar felaket anlarında böyleydiler ancak. ertesi günlerde tekrar eski kimliklerine dönerlerdi. Çakallar talana çok uzak şehirlerden gelmeye başlayacaklardı sonraki günlerde. Deprem onlar için bir fırsattı ve bunlara da insan diyorduk. Sonra bilim adamı kafasıyla düşününce onların da bir bebeklikleri, çocuklukları , kötü de olsa bir yaşantıları vardı diye düşündüm. Bilemiyorum, kendime şakacıktan da olsa bilim adamı kafası var sende diyorum ya abartmayayım istersen. Bunu da bilmeyivereyim bari. Nedenini elbette biliyorum. Geçim sıkıntısı, zor şartlar ve kötü anılar, travmalar ilk suçu getirir. Sonra..sonra..sonra..derken meslek halini almış. Çakallık meslek haline gelirse içerlerde duygu kıpırtısı denen bir şey kalmaz. Bencillik denen aşırıya kaçmış etrafını umursamaz bir ruh hali içine dolar..oysa şöyle bir düşünse, düşünecek bir beyinleri kaldıysa eğer, bu dünyada sadece kendileri olsa. Hep aynı yaşta, aynı statüde kaldıklarını düşünseler. Ama bir tek kendileri kalsa. Komşu yok, şehir yok, kendilerinin dışında insan yok. O zaman bu duygudan arınabilirler mi bilmiyorum. Tabii böyle bir düşünce içine girebilmeleri için ortalama zekaya sahip olmaları lazım. Yönetenler de gelir adaletsizliğini azaltacak bir çözüm yolunu bulmaları, bu uğurda plan, program, yasa yapmaları gerekir. Mal canın yongasıdır. Depremden sonra birçok insan haklı olarak mal derdine de düştüler. Şehirde talan için yakalanıp linç edilen, polisler tarafından vurulan kişiler olduğundan bahsedile gelirdi.
Bir an babamı aklıma getirdim. Koca babayı unutuvermiştim. Gözlerim babamı ararken bizim katın üstündeki balkonda bir gölge fark ettim. “ne oluyor, niye aşağıda toplandınız?” diye aşağıya sesleniyordu. Ev sahibimizdi. Hep içerdi. Deprem olmuş, bir şehir göçmüş kendisi bunun farkında bile değildi. Ailesi aşağıya çabuk inmesini söylüyordu. İnanamıyordum kendime. Bir felaketten bu kadar komik bir kareyi de yakalamıştım. Ve gülüyordum. Merdivenlerden alkolün etkisiyle yalpalaya yalpalaya inip çıkan adam bu kez dimdik aşağıya iniyordu ve elinde bir şarap şişesi. Biraz dikkatlice bakınca şarap şişesinin boş olduğunu fark ettim. Bu daha komikti. Yerkürenin gökle birleşmesi buna yaramıştı. Alkolün verdiği baş dönmesine inat.
Ve babam..benim güzel babam. Korktun mu sen? Evet çok korkmuştu. O’nun korkusu gözbebeklerine kadar işlemişti. Her halinden tüm soğukkanlılığını yitirdiği belli oluyordu. Üstünde mavi bir slip dışında hiçbir şey yoktu. Yanına yanaştım. Bizim Anadolu’da büyüklerimizin yanında keyif verici alışkanlıkları yapmazdık, yapamazdık. İçki, kumar, sigara mümkün değildi bunlar. Sigara içerdi babacığım. Ama yalınayak, mavi bir sliple sigarayı düşünecek durumu mu vardı babacığımın. Tişört cebimde duran sigara paketinden bir tane çıkardım. “baba nasılsın, kendine gel, insanlık hali bu doğa bazen böyle olaylarla da kendini hissettirir. Allah canımızı bağışladı, çocukların yanında soğukkanlılığımızı korumamız gerekir öyle değil mi?” diye öğüt verdim. Hep o öğüt verecek değildi ya. Elimdeki sigarayı babama uzattım. “al iç baba, kendine gelirsin.” Babam kendinde değildi. Kim olduğumu sezemedi bile. Haline o kadar acımıştım ki o an. Gözümden yaş aktı. Koca adam “öd eşitliğini” yaşıyordu(Allah rahmet eylesin..2002’de beyin tümöründen vefat etti.). sigarayı büyük bir iştahla aldı elimden ve “sağ olasın hemşerim!” demez mi, kahkahayı koyuverdim. Babam şaşkın şaşkın bakarken, bir yandan da sigarasını yakmaya çalışıyorum. Ben gülmekten, o korkudan titrediği için bir türlü ateşle sigaranın ucunu öpüştüremiyorduk. Nihayetinde benim kim olduğumu çıkardı. Ve o meşhur sözünü söyleyiverdi.”Bazen, çocukların da sigara içmesi iyi oluyormuş!”  Hep hatırlattım ölümüne kadar. Olayları abartarak yakın çevreme anlatıp anlatıp duruyordum, babamın deprem maceralarını. “abartma istersen” diye hep kızardı bana. Sonra güler geçerdi.
“Annenler nerede?” diye neden sonra bir eşi, çocukları olduğunu hatırladı. “Şuradalar, komşularıyla birlikte..!” diye onların yerini gösterdim. Gerçi kim komşu, kim sokaktan geçen herhangi bir insan kaynaşmış gitmişti. Dedim ya “öd kardeşliği”..erkek, kız, anne, baba, tanıdık, tanımadık hepimiz o an öd kardeşiydik. Babam o tarafa gidiyor gitmesine ama ayağında ayakkabı falan olmadığı için çok dikkatli gidiyordu. Bu kadar komik olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çok komik yürüyordu. Slip de olmasa..neyse bunu söylemeyeyim. Gitti annem sandığı ev sahibimizin eşine “(…)bu başımıza neler geldi?” diye sarılmasın mı?..zavallı kadıncağız “evet, kardeşim neler geldi başımıza “ deyip babamın kollarını havada bıraktı. O korkunç kızıl felaketten bu denli karikatür karelerini çıkarıvermek hiç akıl karı değildi. Millet ağlıyor, ben kendi acılarımı sonraya taşıyacağımdan mıdır nedir gülüyordum şimdilik. Benim felaketim sonra başlayacaktı. Yarım kalan tüm çalışmalarımı kazıdığım şehrim yerle bir olmuştu. ve ben kadavraya dönmüştüm. Eskisinden daha iyi gibi görünen bir şehir kurulmuştu. Ya ben..göçük altında yitip giden insanlar gibi ben de yitip gitmiştim ve hiç kimse bu durumun farkında bile değildi.

                                             Tezel R.Ş.Karabandoğlu-Deprem güncesi-
foto 1: Chris Miller foto 2: Bayar Gökçe foto3: Anthony Ayiomamitis foto 4: Correa Emmanuel

11 Ekim 2011 Salı

Saklı..



Sen en güzel uykularındayken..                                              
Bir güvercin ürkekliğiyle ben..
Yanıbaşında beliriveririm..
Sen en masum yüzünle..
Yumuşacık yastığına koy başını..
Ben beklerim ipeksi saçlarını..
Ninniler söylerim..yıldızlara dair..
Nefesimi üflerim benli rüyalar görmen için..
Korkma ben seni beklerim..
Avuçlarında parmak uçlarım..
Sevgi pıtırlarını yayarken..
pencerenin kıyıcığına beyaz bir gül kokusu..
hafif aralayıp o güzel gözlerini..
pencereden alıverirsin tutkulu bir aşkı..
sen en güzel uykularındayken..
güvercin ürkekliğiyle aşk sözcüklerini mırıldanırım..
seni seviyorum..T.Refik Ş.Karabandoğlu..

9 Ekim 2011 Pazar

Denizyıldızsız kelebek toplayıcısı


Denizyıldızsız kelebek toplayıcısı
ben bir gölgeyim..yol çizerim bir kediye.
kelebek toplarım..denizlerden uzak..
gökkuşağının tüm renkleri her hücremden yansıyandır..
her rengimle aşık olurum..deli sevdalanırım tüm renklere..
kırmızı balonum ve kuşlar kadar özgür uçurtmamla kapınıza geliveririm..
ben kelebek toplayıcısı bir gölgeyim kediciklerim.
bir kelebek bulduğum zaman denizlerden uzak..içim içime sığmaz, sevincim yerçekimsiz ayacıklarım olur
ve tekrar uçurtmam ve kırmızı balonumla denizlere sevdalı bir tırtıl olarak hayata merhaba derim..








t.r.karabandoğlu(denizyıldızsız kelebek toplayıcısı..)(f:kenny random)

8 Ekim 2011 Cumartesi

4’LÜ



LEKE

     Alelacele sokağa fırlamıştı..çok önemli bir görüşme yapacaktı..yetişmesi ve işi kapması lazımdı..çünkü bu iş o’nun son şansıydı..hiçbir zaman sevdiği işlerde çalışamamıştı..zorunlu yerlerde mutsuzca sırf birilerinin gönlü olsun diye birçok işe girip çıkmıştı..aah, ilk defa istediği gibi bir iş karşına çıkmıştı işte..ama bu kez de bir sorunu vardı ve çok önemli bir sorundu bu..bu kez dişli bir rakibi vardı..uyuzun biriydi bu..birçok yabancı dil bilmesine rağmen kültürden, sanattan, yaşamdan anlamayan uyuz hödüğün biriydi..biraz da kendisinden gençti tabii..avantajları yok değildi..dış görünüşü ve konuşması düzgündü kendisinden..ama duyguları yoktu..önemli olan duygular değil miydi? Değildi işte..gerçek hayatta bu böyleydi..bu kez bu işi kendisi kapacak ve hayatını bir düzene sokabilecekti..çok şık ve markalı beyaz bir gömlek, altına yine marka siyah kumaş pantolon, yine marka hakikaten çok cesur bir ayakkabı almıştı sırf bu görüşme için..bunlar için tüm limitlerini kullanmıştı..cebinde sadece 20 tl vardı..başka yerden gelebilecek parasal imkanı da yoktu..bu sondu..işveren görüşmeci uyuz rakibiyle aynı anda akşam yemeğinde buluşma teklif etmişti..neden aynı anda anlayamamıştı ve üstüne çok bozulmuştu bu duruma..avantajı da olabilirdi..aynı anda..o mekanik sese karşı, duygu yüklü, şiirsel şivesiyle karşısındakini etkileyebilirdi..aynanın karşısında o kadar tirat’lar yaptı ve buna hazırlandı ki, siyasetçiler bunu görseydi o an, şimdiden sandalyesini altından çekmeye çalışırlardı..

     Arada sırada vitrinlere bakıyor, insanlara çarpmamak ve onların teri gömleğine sinmemesine özen gösteriyordu..hava güzeldi..kafe’lerden sokağa kaldırımlara taşılmış, insanlar gevezelik yapıyorlardı masalarda..biri seslendi: “Votkom nereye?”. Hay senin Votkom’una da sana da..nerden gördün be! İşim rast gitmez şimdi..arada sırada bununla meyhanede içer, mahalle kahvesinde tavla atarlardı..çok sevmezdi..ama bu koca şehirde tek takıldığı arkadaşı da buydu..”Kopuk” derlerdi..kendisi de böyle seslenirdi..gerçek adı Berdi’ydi..”çok acelem var Kopuk, yetişmem gereken randevum var.” “Ula parayı mı buldun?..ne bu şıklık?..gece iki tek atarız senden..”..”atarız, atarız merak etme..bu işin sonu bir olsun hele..sonra görüşürüz..oyalama beni”..he bu iş olsun da senle vakit geçireceğim işim bitmiş..diye küstahça düşündü..dönüp baktı arkadaşına, ve kayıtsızca hızlıca adımlarla sokağın sonuna yürümeye başladı..

     Neredeydi bu..işte burası..ne diye Türkçe isim koymazlar ki..bu kadar kendi dilinden utanan millet az bulunur yer yüzünde..Tanzimat’tan beri bu ecnebi merakı yok muydu genlerimizde o kadar yani..hayır taklitçiyiz..ürettiğimiz falan yok..hep tüketici, taklitçi..hedef de koyuyoruz ya bu halle..hayal aynasında cüce devler..devasa bir yer..dış görünüşü böyleyse iç’i nasıldır kimbilir..paniklemişti..”çatal, bıçağı karıştırmasam bari” diye aklı oynaşmaya başlamıştı kendisiyle..aynada kendisiyle konuşmaya pek benzemeyecekti anlaşılan..şöyle bir baktı ve süzdü “lüküs restoranı”..kirli sarı taş duvarlar, ahşap bir kapı, kapının üstünde rolyefler..sadece kartal başına o kadar dikkatli bakmıştı ki..bir an acaba benim atalarım mı diye düşünmedi değil..kendini kartal gibi görürdü hep..komünist bir kartal..kapitalizmden, liberalizmden hiç hazzetmezdi..marksisti ama inançlı bir Marksist..Cemil Meriç versiyonu komünist..şimdi tam göbeğine gidiveriyordu liberalizmin..ama  ne yapabilirdi ki..bu iş o’nun son hamlesiydi..işi alamazsa ne faydası dokunabilirdi ki bu dünyaya..beş parasız komünist..çekinerek kapı tokmağına asıldı..açılmadı tabii..iyice panikledi..zil gibi bir şey de yok..içeri giremeden dışarı çıkıverdik diye akıl oynaşmalarına devam etti..tam kapı tokmağına bir kez daha hareketlenirken kapı içeri doğru açıldı..kendinden çok daha şık bir adam: “Buyurun efendim, hoş geldiniz!..rezervasyonunuz var mı?” diye şöyle kendisini üsten aşağıya süzerek, hatta kendince küçümseyerek sordu. İnanamıyordu, ne yani beğenmemiş miydi şimdi bu diye söylendi kendince..kapı görevlisi bile beğenmemişti kendisini..bozma moralini be Votkom..diye aklınca moral yüklemesi yaptı kendisine..kapı görevlisi altı üstü..”evet var!” dedi sertçe..İsmini söyledi..salona buyur edildi..içeri adımını attı, anlatılmazdı..yutkundu..kalbi titredi..kalp ile gözyaşı arasında bir ilişki var mıydı..var idiyse şu an kendisi kanıtlıyordu işte..gözü nemlendi..koca bir salon ve kendisi mini minnacık bir zerreydi şimdi..tavan gökyüzü gibi uzak göründü kendisine..mavi miydi ne..gökyüzünü mü kopyalayıp yapıştırmışlardı ne? Gökyüzüyse balıkların orada ne işi vardı..? Tavana baka kaldı..öylece gökyüzünden akvaryum yapmışlar, içine balıkları doldurmuşlar ve burjuva ibnelerine, liboş yavşaklara seyirlik yapmışlar..yook ben bunlar gibi olamam..gözünü seveyim benim sahilimin, takalarımın, kayıklarımın, yakamozlarımın, yosunumun..gözünü seveyim o güzelim sahilde içtiğim votkalarımın, rakımın..yok ben gideyim en iyisi diye geri dönmeye kalkıştı..hayır yapamazdı..son şanstı bu..    

     Ne olacaksa olsun diye şöyle bir salona göz gezdirdi..görmüştü..”eyvah, benden önce gelmiş..yalaka..ben sana gösteririm..bu işi senden kapacağım!”..söylenerek yürümeye başladı..işi verecek adam çok mu sadeydi yoksa salonun ihtişamından kendisi mi öyle görüyordu bilemiyordu..bir tek o masaya kilitlendi..diğer masalar umurunda bile değildi..ayrıntıydı ve ayrıntılarla uğraşacak zaman değildi şimdi.. masaya doğru yürüyordu yürümesine ama kendisi bunun farkında mıydı bunu da bilemiyordu..çok yaklaşmıştı..nerdeyse göz göze geleceklerken yan masalardan bir gölge ayağa mı kalkmıştı ne..elinde fincan ve gömleğine doğru yayılan bir sıcaklık..ne olduğunu anlayamamıştı bile..bir anda olanlar olmuştu..bembeyaz gömleğe sımsıcak bir Türk Kahvesi lekesi..şimdi gömleğiyle aynı renkteydi..her şey sona ermişti..bütün beyaz umutları bir kahve lekesine kurban edilmişti..”tüh a..k..im” diye ağzından kaçırıvermişti işte..aslında hiç kullanmaz kullananlardan da nefret ederdi..hatta zor olsun diye türk dil kurumu’na öneri de getirmeyi düşünüyordu..şöyle söylerken insan yorulsun ve artık bu kötü sözcüğü kullanmasınlar diye..mahalle kahvelerinde nokta yerine bu sözcüğü kullanıyorlar..düşünsenize bir çay ver a..k..,su getir kahveci a..k….of! hiç sevmezdi ki..ama şimdiki durumuna bundan daha iyi tabir kullanılamazdı..tam bu duruma uygundu..

-          Afedersiniz..çok pardon beyefendi..masada yer değiştirirken siz önüme geçtiniz..çok özür dilerim..istemeden oldu..
     Gölge güzel bir kadındı ama bunu görebilecek bir durumda değildi..ve üstüne üstlük kahveyi üstüne şelaleleyen kendisi değilmiş gibi, suçun yarısını kendisine atıvermez mi?..   “siz ne yaptığınızın farkında mısınız? hayatımı bitirdiniz hanımefendi..” kızgın ve panikle bu tümceyi söyleyebildi ancak..hayır ne yapacaktı..geri dönse dip, bu haliyle masaya varsa bir başka dip..
-          Çok üzgünüm beyefendi, alt tarafı bir gömlek..telafi edebilirim..lütfen bir fırsat verin..evim çok yakında..veya yeni bir gömlek aynısından hemen gidip aldırayım..lütfen çok üzüldüm..inanın bunu telafi etmeme izin verin..
     Ne diyordu bu..hayatımı nasıl telafi edeceksiniz diye aklından sövüp sayıyordu..belki de söylüyordu bunları o’na..aklı uçup gitmişti..evi yakınmış..bluzunu mu verecekti kendisine..alın bunla idare ediverin..gömlekten bahsediyor..gömlek mömlek beni ilgilendirmiyor..beni bu iş ilgilendiriyor tamam mı?..

-          Erkek arkadaşımın buna benzer bir gömleği olabilir diye düşünüyorum..ne var bunda..bu kadarı çok fazla..
     Vay vay vay!..erkek arkadaşının soyunma odası..anadolu çocuğusun oğlum..anlamazsın sen..akıl oynaşmaları o kadar hızlanmıştı ki..hem sakar, hem küstah..para da uzatır şimdi bu..

-          Buyurun parasını, fazlasıyla karşılar sanıyorum..çok uzattık..elimden geleni yaptığıma inanıyorum..
   Çekil be kadın..bela mısın..ben senin gömlek dilencin değilim..soyunma odana yeni bir gömlek alırsın bu da benden olsun..diye söylendi aklından..neden sonra salona bakabilmişti..herkes tabii ki bunlara bakıyordu..çok utanmıştı..kadın üzgün vaziyette masasına ilişmiş..ve gözleri nemlenmişti..yanındakiler teselli eder durumda idiler..artık geri dönüş yoktu..bu durumda karşılarına geçecekti..iki adım attı..uyuz rakibi ayağa kalktı..kibarca işverenin elini sıktı..teşekkür etti..hayırlı olsun geri bildirimiyle dünyası başına yıkıldı..işi o kapmıştı..”merhabalar..geciktim ama bu benden kaynaklanan bir nedenden dolayı değil, siz de gördünüz durumu..öyle değil mi”

-          Merhabalar..hoş geldiniz..ama maalesef iş ortağımı buldum..üzgünüm..umarım gelecek günler umut dolu olsun sizin adınıza..ilginize teşekkür ederim..
     Hayır dedi..bana da bir fırsat vermeniz gerekir..ne olursa olsun..iş ahlakı bunu gerektirir..fırsat eşitliği..bu işi çok istiyorum..inanamıyordu..adam; üstüne,başına dikkatlice göz gezdirdikten sonra gömleğindeki o kahve lekesine bakmaya başladı..şimdi kendisiyle değil sanki muhatabı o lekeydi ve o’na bizim şirkette her şeyin bir çözümü vardır..hız ve zaman çok önemlidir..şu an bir lekeyle konuştuğumu fark etmiş olman lazım..üstünü çıkarsaydın ve öyle gelseydin karşıma daha çözümsel olurdu..hoşçakalın..bunları bir lekeye demişti..geri döndü..bir hiçti..allah’ın dünyaya kovaladığı sürgün bir forsaydı..salonun ihtişamı bir anda sona ermişti..hayatı gibi..masalarda oturanları domuz gibi görmeye başlamış..üstündekilerde ağıl pisliğinden başka bir şey değildi..pezevenk beyefendiler ve onların boyalı fahişeleri..hepinize lanet olsun..ulan sizden iş dileyende kabahat..soygun yapanlar..para için adam vuranlar geçti gözlerinin önünden..hepsine hak vermeye başlamıştı şimdi..çok fazla uç fikirlerde gidip gelmeye başladı..terörist mi olalım be..”efendim gidiyor musunuz?”.. içeri girerken küçümseyen papyon kılıklı bu kez acıyarak sormuştu..yok şurdan bana da bir papyon yelek ayarla..biraz bu domuzlara pislik yedirmem gerek..”evet gidiyorum..iyi akşamlar..lordum..”..”iyi akşamlar..teşekkürler beyefendi..”..beyefendiler götürsün seni..

     Kaldırımlardaydı..ne yapacaktı..zavallı “Kopuk Berdi”’ye sayıp durmaktaydı..bu dünya hep böyleydi galiba..domuzlardan kızan..gariban sokak köpeklerine yüklenirdi..bu kez de böyle olmuştu..”ulan kopuk..seni gördüm ilk..bir görünme be..işim rast gitmedi işte..allah belanı versin e mi?”..en iyisi sahile inmek diye düşündü..eve gitse ne yapacaktı..”ulan bir 35’lik alacak param bile yok!.. bir bira’ya sürücülere bile izin veriliyor..iki bira beni esinletmez..üç bira’ya bir lira eksik..oof..tüküreyim bu hayata..”..sahilde, her zaman denizi seyrettiği bir taş vardı..kaya parçası..deniz yükselince, dalgalar arasında ağrı dağı gibi yükselirdi..deniz küçülünce kendisi de bir kaya parçası oluverirdi..oradaydı..ve denize sövmeye başladı şimdi..yakamozlardan nefret ediyor..dalgalara giydiriyordu..hele yoldan balıkçı teknelerine sesli sesli “denizi’de alın evinize götürün..pis midenize indirin” diye bağırıyordu..allahtan kıyıya çok yakın değillerdi..yoksa bunu duyan balıkçı ağabeyler fena benzetirlerdi..

-          Merhaba Votkom..nasıl gidiyor hayat?
     Bu ses, hiç yabancısı değildi..sesin geldiği tarafa başını çevirdi..tuhaf giyimli bir adam..buraların insanına pek benzemiyordu..giyimiyle..hatta duruşuyla..ayakta sandalyeye oturur gibi duran bir adam..oysa hiç de öyle biri gibi görünmüyordu..”sen de nereden çıktın be!..ne istiyorsun..çek git..hiç çekemem moruk..keyfim yok..para mara da yok..git başkasına..”

-          İyi ya işte..ben de bunun için geldim..
     Para mı verecekti bu..manyaklara geldik..ulan kopuk hep senin gibilerle gecemizi geçiriyoruz..”dilenci mi sandınız..kimsenin parasına ihtiyacım yok..ama yanında 35’lik Tekir’in varsa eyvallah, birlikte piizleniriz..yoksa..hiç uğraşamam seninle..”

-          Sana bir anlaşma teklifi sunmak istiyorum..kabul edip etmemen sana ait bir karar, zorlamam..kabul etmezsen çeker giderim..kabul edersen ve anlaşmaya harfiyen uyarsan..ne istersen o olursun..ne diyorsun şimdi?
     Banka mı soyduracak, adam mı vurduracak..ne yaptıracak..soytarı sandı..az önce “malikane”’den çıkarken düşündükleri geldi aklına..tövbe..tövbe..inanmazdı böyle şeylere..”babalara geldin..ecinnilere mi karışıyorum nedir?”..biraz tırsmıştı..eskiden insan kılığına giren cinler varmış, ıssız, izbe yerlerde insanlara görünür bunlara seslenir, sigara, kibrit gibi şeyler istermiş..cevap verirsen “attaya” gönderirlermiş..böyle bir durumda hemen ayaklara bakıldığını eğer ayakları tersse cin, düzse insan olduğu söylenegelirdi..hemen ayaklarına çaktırmadan bakıverdi..hiçbir anormallik yoktu..adam bunu anlamış gibiydi..ve pis bir kahkaha atıverdi..dalgalar kıyıya daha bir sıkı vurdu..adamın kahkahasına karşılık vermiş gibi..korkmuş muydu..hem de nasıl..ama son bir erkeklik yaptı..ne teklif edeceksen et deyiverdi..nasılsa kabul etmeyecek..çekip gidecekti böylece..başka bir kaçışı yoktu..”

-          Sana dörtlü bir yaşam sunuyorum..birini seçeceksin..üçünü zihninden, birini sahiden..ama hiç kimse hangi hayatı seçtiğini bilmeyecek..sen dahi..o’nu finalde ben sana söyleyeceğim..dikkat senin en önemli vasfın olacak..trafik kurallarına uyacaksın..yoksa..sen anlarsın..şimdi kabul edip etmemen sana bağlı..bu işin sonunda başarırsan istediğin her şeyi olabilirsin..uyarıyorum..üçünün sonu ölüm..birinin sonu mükafat ve istediğin bir yaşam..
     “Tanrı mısın ulan, tövbe tövbe..manyak mı..satanist misin nesin..allah allah..” Titriyordu..korkudandı tabii ki..hayır bunu kabul edemezdi..kendisini deli görüyordu ama böylesini gördükten sonra halinden şükretmeye başladı..”ben istediğim yaşamı tercih etmişim..doğuştan..anamdan çıktım ve bu yaşıma kadar geldim..varın gidin yolunuza..boğaz köprüsünü başkasına satın lütfen..”  Az önceki sertliğinden hiçbir eser kalmamıştı bünyesinde..hiç yoluna gitmek de vardı bu işin sonunda..ses tanıdık ama adamı hayatında ilk defa görüyordu..lakabını biliyordu..yoksa kopuk’un bir oyunu muydu? Olabilirdi..bir keresinde rıhtımda olta atmış balık tutmaya çalışan emekli bir amcaya yaptığı oyunu aklına getirince kesin kopuk ibnesinin bir oyunuydu..”ulan aklını alacağım senin..görürsün sen..fil gibi içireceğim..köpeklerle seviştireceğim seni..”..adam oltayı atmış bir yandan gazetesini okuyor..hiç üşenme sen..o ılık sonbahar gününde gir denize beyaz donla..çarşıdan aldığın alabalığı adamın oltasına as..kahvede, evde, her yerde zavallı amcacığımın tek anlattığı hikayesi bu oldu..halen de anlatır durur..denizden alabalık çıkardım diye..

-          Pekala..teklif var ısrar yok..şimdilik hoşça kal..görüşeceğiz seninle yeniden..bekle..haa! leke’yi sakın unutma..at denize gitsin..
     Ulan bu karanlıkta o leke’yi nasıl gördün be adam! Diye söylendi..adam giderken arkasına baka kaldı..sevinmişti..korktuğu gibi olmamıştı..rahatlarken..bir medeni tıkırtı duydu..ayağının dibine kadar yuvarlandı..bozukluğa benziyordu..1 tl’miydi ne..adamdan düştü..üç bira içebilirdi..aldı eline..şöyle bir baktı..türk parasına benzemiyordu..yabancı paraların çoğunu da bilirdi..eskiden para koleksiyonu yapardı.yazı kısmında gömleğine benzer bir leke vardı..biraz daha bakınca aynı lekeydi..korktu..neydi şimdi bu..tura kısmını merak etti çekinerek..dili tutuldu..o kız..gayri ihtiyari elinden düşürüverdi..yuvarlandı ve “çlop!” diye bir sesten başka bir şey duymadı..denize düşmüştü..ürperdi..ne demişti adam giderken..”leke’yi unutma..at denize gitsin”..kopuk’u görmesi gerekiyordu..kopuk’tu mopuk’tu ama bazen feylozof gibi şeyler yumurtlardı..

     Görmüştü..her zaman ki gibi okey oynuyordu..ıstakasında 14 taş; elinde 14 taş..hiç değişmez fazla taşla oynardı..yoksa kendisine haksızlık sayardı..boş zamanlarını kahvede, dolu zamanı çok varmış gibi rıhtımda balık tutardı..eskiden balıkçılık yaparmış..bir teknesi varmış..borç harca gitmiş..elinden çıkmış..şimdi turistlere kendisi gibi boktan incik boncuk satarak ancak içki ve kumar parasını çıkarmaktaydı..masasına yaklaşıp “Kopuk, seninle önemli bir şey konuşacağım..işin uzun sürer mi?” diye kulağına fısıldadı..
-          Yok be Votkom..son üç el..şunları bir sövüşleyeyim..konuşalım eyvallah..bir senle konuşuyorum..diğerlerine hırlıyorum..

     “sahilde olacağım..bitirir bitirmez gel yanıma” diyerek karşılık verdi..”ulan neydi şimdi bu, dinine yandığımın..halen etkisindeyim”..gözleri ufuk çizgisini tarıyordu..hep umut oradaydı galiba..bir şey gelecek ve O’nu alıp götürecek..ne gelecek idiyse..keşke o parayı düşürmeseydi denize..Ya kopuk söylediklerine inanmazsa..terelelli..haklı da olurdu yani..ama birilerine bunu söylemeliydi..içine atsa daha kötü..inanmazsa inanmasın..

-          Geldim  be Votkom..bu gece tekir’ler benden..iyi tokatladım adamları..ne kerizler var..o’nlar olmazsa biz ne yapacaktık be Votkom?..acımızdan düzdürürdük bir tarafımızı..
     Yine neşesi yerindeydi..bu iyi haberdi..anlatacaklarına inanmazsa, güler geçerlerdi işte..”Kopuk akşam beni gördün ya..seslenmiştin ne bu şıklık diye..?”

-          Hakikaten çok şıktın..iş mi buldun? Meraklandım ve sevindim be Votkom..
     Evet hem de ne iş..anasının örekesini tersten görecek bir iş..”sorma be Kopuk..o iş olmadı..bir terslik oldu”..ve anlatmaya başladı en ince ayrıntısına kadar..”ne diyorsun..?” korkarak ve ne olur inan bu anlattıklarıma der gibi sesi titrekçe sordu..

-          Şu son anlattığın o sahildeki durum bana başka bir öyküyü hatırlattı..koyunsuz çoban’ın hikayesini duydun mu hiç?..şu gördügün dağlar var ya..şu gerimizde..hiç dikkat ettin mi..buraların insanları her yere girer çıkar ama şu dağlara adım atmazlar..hayvanlar bile çekinir..yol değiştirirler o dağlardan geçmektense..eskiden o dağların adı Koyunlu Dağları’ymış..vaktiyle bir çoban o dağlarda koyun otlatırmış..buraları böyle kasaba falan değilmiş..büyükçe bir köymüş..köyün de tek çobanı buymuş..ama halinden hiç memnun değilmiş..bir gün canına tak etmiş..düşün önüme demiş koyunlara..bir uçurumun kenarına götürmüş koyunları..en öndekine basmış tekmeyi..yuvarlanmış koyuncağız uçurumdan aşağıya..diğerleri de durur mu..peşi sıra..koyun milleti işte..sıra en son koyuna gelince..dillenmiş ve çoban’a dönüp: - bak çoban efendi..her adım attığında önünde 4 yol çıkacak..hangi yolu seçersen seç köyünden bir can alacağım..o aldığım canlar’ın geriye kalan canlarını sana katacağım..sonsuzluğa kadar sana lanetim bu olsun..demiş ve uçurumdan aşağıya atıvermiş kendini..o günden bu yana o dağlarda koyun sesli çoban’ın sesi yankılanırmış..
     Yaşadığı olay ve  dinlediği bu öykü iyice bütün vücudunun kimyasını bozmuştu..”ya..bu sesi sen hiç duydun mu ..doğduğundan beri bu kasabadasın..”

-          Yok be Votkom..inanmam böyle şeylere..halk söylencesi işte..senin anlattığın olayla örtüştüğü için anlattım..hangi defineci ibnelerin uydurması kimbilir..yıllardan beri halkımızı bilmez misin..ot’a bok’a gördüğü her sakallıya inanırlar..tepelerine getirirler..ne tırsak adamsın..ne o komünist bozuntusu..kapitalistlerin uydurmasyonlarına hemen inanıverdin..dönüverdin..aah bu insanlarda göt korkusu yok mu?..her şey aslında orada başlar orada biter..bizim insanlarımızın beyni orası..tuvalete girip sıçtıklarında kendilerini filozof sanmaları bundandır galiba..
     “ Ama benim yaşadığım olay gerçek be kopuk..başlarım kapitalist uydurmasyonlarına..beni bilmez misin sen..”..inanmamıştı işte..gülüp de geçemiyordu..bırak rahatlamayı, iyiden iyiye beyni sulanmaya başlamıştı..bu gece evde de yalnız kalamazdı..korkuyordu be..ne yani komünistlerde korkar..insanız be..insanız diyerek kendini avutuyordu..

-          Kalk bakalım..kalk be..geç benim yerime..ben de senin yerine..şimdi ben senim..sen bensin..inan şimdi..
     Haklıydı..toprağın suya muhtaç olduğu kadar haklıydı..hiçbir şey diyemedi..ne diyebilirdi ki..deli saçması anlattıklarına..

-          Nerede para..göster..yok..öyle bir olay yok..yaşamadın sen..kızgın ve kırgın ayrıldın..geldin sahile..için geçti..daha önce okuduğun bir kitabın etkisinde kaldın..rüyanda gördüğünü yaşadım sanıyorsun işte bu kadar..lan oğlum..bırak bunları..sabaha kadar bırakmam seni..bir yetmişlik tekir’im var..söğüşlediklerimden de meze yaparız..iyi bir demleniriz..ne gam kalır ne keder..ne dersin..boş ver  be..kopuk var oğlum hayatında..ne olur bize..!
     İyi..hiç olmazsa sabaha kadar kopuk’la takılsa iyi olacaktı..şimdi şimdi biraz rahatlamıştı..haklı da olabilirdi..ama yaşamıştı be..yaşamıştı..


her gün düzenli olarak geçerdi bu sokaktan..buraların en zengin sokağı buydu..konaklar sokağıydı burası..peşi sıra konaklar yirmi metre arayla karşılıklı dururlardı..çoğunda insan yaşamazdı..asıl ilgilendiği sokağın en sonunda ve içinde sürekli insanların bulunduğu canlı konaktı..diğerlerinden ayrılmış gibiydi..kendi başına sokak gibiydi ve diğer konaklardan daha büyükçeydi..avlu duvarından yüz elli metre ötesinde bir açık alan vardı..yıllar öncesinden kalma, yüz yıllık diyebileceğimiz çınar ağacı vardı..bu ağacı kesmek istemişlerdi bir ara..devlet arazisiydi ve belediye istimlak edip ihale usulü bir müteahhitlik şirketine site yapmasına çalışıyordu..ama buna kim engel olduysa bu mümkün olmadı..halen belediye ile kimse onlar savaş halindeydiler..oysa bu sokağın tek süsü ve çocukların tek oyun alanı burasıydı..her tarafı beton yığınına çevirmeyi gelişme ve büyüme zannedenlerin borusunu öttürdüğü zamandaydık ne yazık ki..ne ki bu ağacın kesilmesine kendisi de karşıydı..hem doğacı tarafı buna izin vermiyordu hem de bu konağı buradan dikizleyebiliyordu rahatlıkla..çünkü bu konakta oturan bir kadına platonik bir aşk besliyordu..harikulade bir güzelliğe sahip olan kızı bu dünyaya hiç yakıştırmıyordu..zevk almadığını biliyordu..kendisine yakın buluyordu..belki bu şatafatlı hayattan kurtarabilecek bir keloğlan çıksaydı, hiç durmaz keloğlanın peşine takılabilecek görüntüsü vardı yüzünde..o üzgün halinden hemencecik bu anlamı çıkarmıştı..ve konak kızının keloğlanı neden kendisi olmasındı ..yine elinde arazi dürbünü, ağacın yere yakın dalına bir kuş gibi tünemişti..bugün doğum günü partisi vardı Kumru’nun..adını Kumru koymuştu..”sinek gibi peşindeler..züppeler..iyi giyinmeyle..baba parasıyla Kumrumun aklını çelemezsiniz..o sizden biri olabilir ama sizin gibi değil işte..mutsuz..sıkıcısınız..dansa kaldırdı..etme onla dans..”..

Piyanoda Rahmaninov’un Senfonik Danslar çalıyordu..kendisi parmak uçlarında hareket eden bir balet gibi, Kumrusuna yaklaştı:

-          Dans edelim mi?

-          Neden olmasın, teşekkür ederim..
Harikaydı..dans etmiyor uçuyordu..sevdiğinin yumuşacık başı koynundaydı..ellerini sevdiğinin parmak uçlarından tutup savurması sonra tekrar onun sıcaklığı kaybolmadan teninde, kendine doğru çekmesi dans ile şiirselliğin karışımını veriyordu..dans değildi bu..göğe senfonik gezintiydi..çünkü bulutlar kanat takmış melek gibiydi yanlarında..gökyüzündeydiler ve ayaklar yer çekiminden habersizdi..
-          Dansı kimden öğrendiniz..?
-          Hiç kimseden..doğaçlama yapıyorum..dansa karşı içimde karşı konulamaz bir istek vardı her zaman..
-          Keşke bir dans hocası tutsaydınız madem..bu kadar dans etmeyi seviyor idiyseniz..
-          Efendim anlamadım Kumru hanım..
-          Etrafa çaktırmayayım, sizi mahcup duruma sokmayayım diye ayağıma bastığınızı ikidir gizlemeye çalışıyorum..iki dakika bana uyabilirseniz kurtulmuş oluruz bu eziyetten..
Ağaçta bir baykuştu şimdi..kızıl baykuş..rüyasında bile dans edememişti işte..kendi rüyasında..”ya ben ne beceriksiz, işe yaramayan bir hödüğüm..evet hödük..” diye kendisine söylenmeye devam etti..”balkona çıktı..yalnız..heey, ben buradayım..beni bekliyorsun hayatın boyunca..gelemem diyorum ben sana..gelemem dans etmesini bile bilmiyorum ne yazık ki..keloğlanım ben..” “..hiç yalnız bırakırlar mı, sizden sıkılıp hava almaya çıktı, biraz rahat bırakın Kumru mu..”..bir elinde dürbün..avucunu dudaklarına değdirdi ve açtı Kumrusu’na doğru öpücükle üfledi..o esnada kızın saçları dalgalandı..hafifçe gülümseme belirdi dudaklarında..”bu bendim bir tanem..bendim..” dedi içinden ağaç baykuşu..”hay allah..bunlar nereden çıktı şimdi?..iyice tüneyim buraya..” o esnada iki gölge ağaca yanaşmaya başladı..”ne yapıyorlar bunlar..tüüh allah belanızı versin..” Bu ağacın kesilmesine en çok itiraz edenler de bunlar olmuştur sanırım..”ulan, biz nereye işeyeceğiz..” diye..
-          Bu konağın bir öyküsü var azizim..
-          Duymuştum, ama bir de sen anlat, belki seninki farklıdır..
-         
-          Gerçek midir acaba..bir gün ninemler canlı şahit olmuşlar..gerçek olduğuna inanıyorum..
İki gölge uzaklaşırken, konuşmaları devam ediyordu..
-          Bizimki ne kükredi be..
-          Kükredi ama sonra tevil etti..
-          Hiç yaramıyor ne yapsa size..
-          Ne yaptı ki yarasın allasen..



yakında batı yeni bir sosyal site bulur onlar sosyalleşirken..bize neden sonra gelir ve bolca küfürleşiriz yeni sosyal siteden..
ne kadar küfür yok desem de..yağmur gibi şemsiye tutmuyor mübarek..o kadar mutluyuz ki hayatı küfürle eşdeğer tuttuk yaşayıp gidiyoruz..pöh!
ne yaptılar bilmiyorum ama başardılar sanırım..yüreğimde o'na karşı duyduğum büyük aşkı çıkardılar..ve çok rahatladılar..
umarım rahatlamışlardır..uğraştıklarına değsin bari..benim işime yaramadı bari kendilerine yarasın..yalnızlığımla mutlu olmaya bakayım..
adam gibi aşık olmanın bu devirde çok sakıncası varmış,tecrübeyle sabitledim.aşk mı..uzak dursun..kuyruğu titretmenin hiç gereği yok doğrusu..
hem o beni en az benim kadar sevmemiş doğrusu..nereden mi biliyorum?karşıma çıkar ne diyorsun sen,seni senden daha çok seviyorum diyebilirdi..
ve sayelerinde o kadar insan girdi ki hayatıma..ve hiçbirisini doğru dürüst tanımıyorum bile..hepsi birbirinden rezalet ve küfürbaz..
onlara bakıp,bir sürü küfür yiyorum bu benim için bu dünyada cezam olsun..bedenim tüm günahları burada döksün..arınıp gideyim o tarafa..
ne güzel zamanın gerisinde ve ilerisinde dönüp durup tüm günahlarından arınmak..şu an'ı yaşayamıyorum..yaşayıp da ne olacak..
bilmiyorum belki sadece ellerim yanacak..razı mıyım..ya yüzüm ve gözüm..tüm çirkinliklere onlar şahit değil mi?
cennet ve cehennem arasında tercih yapmam gerekiyor..her iki taraftan da tanıdıklarım var ve bu yüzden araf'ı tercih ettim..
ve cehennemdeki tanıdıklarımı kurtarmaya çalışıyorum bu yüzden tüm alışverişim..onlar yerine bedenimi siper etmem isteniyor..bunu yapacağım..
bben kim miyim?zamanın çok ötelerinde kaybolan bir tür zaman polisi..bilim kurgu filmlerinden fırlamış bir kedi gibi balık kılçığı topluyorum..
ve kurt postuna girmiş lağım farelerini..bu dünyayı veba salgınından kurtarmaya gönderilmiş peperuhi..
başarabilir miyim, şu an bu mümkün görünmüyor..hastayım..henüz sinerji yaratamadı zaman meleğim..
git o zaman..kendimden gittim..sen halen orada ne durursun ki..

- hepinizin canı cehenneme..diye bağırdı uşak..geriye dönüşsüz bir yola girmişti bir kez..kadın uşağın sakladığı parayı bulmuştu..ve kadının alışveriş merakı kabarmıştı..tüm kadınlarda olduğu gibi..aldığı paranın tamamını harcamıştı..ve o paradan Uşak'a da bir kravat iğnesi almıştı..oysa paranın yarısını harcaması gerekiyordu ve bunu bilmiyordu..uşak için geriye kalan yaşamı felaket olacaktı..o parayı kullanacak insanlar gibi..





nihayetinde hepimiz birer çocuktuk ve bize verilen oyuncaklar kadar zamanı tüketirdik..kainat ile bir insanın zaman çizelgesi ters orantılı işlediğini bilim adamları da bilemezdi nihayetinde..kainat büyük patlamaya kendi doğumuna giderken, insanlar yeryüzüne zaten ölü doğuyorlardı..film kareleri gibi..istediğin yerden başlayabilirdin..ileri geri oynayarak..veya bir karesinde dondurabilirdin..mutfağa su koyduğun bardağın kırılmasıyla bir keskin cam kırığının parmağını kestiği ana..dünyalık ölü bedenlerimize ötecan taşıyıcı ruhları seyrederken bitmiş filmimizi..T.R.KARABANDOĞLU..Dörtlü-Kızıl Mavi-(P)iç Kurusu-Leke-Güneş-Final(TASLAK ROMAN)..







                                        


                                                   TEZEL (REFİK ŞİMŞEK) KARABANDOĞLU
                                                   (4’LÜ-LEKE-taslak roman..taslak romanlarımdan seçmeler..)