26 Aralık 2011 Pazartesi

ÇOCUKLUĞUMUN TÜRKÜSÜ

ANNEMİN PAZAR KONSERLERİ


   79'ların sonlarıydı, çok iyi hatırlıyorum. En mutlu günlerimden bir tanesiydi. Nedeni ise televizyon girmişti bizim eve. Aynı zamanda buzdolabı. Babamın en paralı günleriydi. Düşünün; televizyon ve buzdolabını aynı anda, kredi kartı kullanmadan, taksitlendirmeden tikko(canlı) parayla alıvermişti. Bugün bunu hangi orta gelirli yapabilir. Babam terziydi. Bugünle kıyaslarsanız gelir dağılımının ne kadar bozulduğunu görebilirsiniz.

   Yaşadığımız yer elli haneli küçük bir köydü. Sonraları şehrimiz gibi büyüdü ve mahalle oldu, bizim köy. Ve bu elli haneli köyde televizyon iki bilemedin üç hanede vardı. Bunlara çat kapı televizyon seyretmeye giderdik. Düşünemezdik ki, müsait mi, değil mi. Hedef televizyon seyretmekti. Hele bir haneye o kadar insan giderdi ki, sonunda hane sahibi televizyonu bahçeye çıkarmak zorunda kaldı. Açık hava sineması gibi. Bazen televizyon bozuldu numarasına yatarlardı biz de kös kös evimize dönerdik. Nihayetinde dayımlar aldı bir televizyon da bizi bu dertten bir nebze olsa kurtardı. Ama dayımlar da bizim eve uzak otururlardı. Ben de televizyon hatırına orada kalırdım arada bir. Ve sonunda bizim de televizyonumuz vardı. Heidi'yi, Cüneyt Arkın'ı, Tarık Akan'ı, Türkan Şoray'ı, Hülya Koçyiğit'i, Fenerbahçe'yi görebilecektim, hem de kendi evimde. Daha kimlerle tanıştırmadı ki, Elvis Presley, Audrey Hepbörn, Rock Hudson. Kovboylarla ve kötü(!) kızılderililerle tanıştırdı. Reklamlarla özellikle banker kastelli, gıygıy süpürgesi gibi daha niceleriyle.

   Televizyonun tek kanallı(TRT) ve siyah beyazlı yıllar. Ben bunu hiç anlayamazdım. Hakikaten onların yaşadığı yerde renk olmadığına inanırdım. Yoksa niye gördüğümüz gibi çıkmazdı ki karşımıza. Çok mu zordu kırmızı başlıklı kızın kırmızı rengini ekrana taşımaya. Televizyonda gördüğüm o çirkin siyah beyaz ağaçları gördükçe benim bahçemdeki erik ağacına daha bir bağlanırdım. Bizim ağaçlar renkliydi ama orası da çok hareketliydi canım.

   Okuldan döndüğüm vakitlerde hemencecik televizyonun başına. Güne Bakış-Kapanış. Bayrak ve İstiklal Marşı okunana kadar hiç ayrılmazdık, ihtiyaç molaları dışında. Artık bizim eve de misafirler gelmeye başlamıştı. Tabii ki televizyon seyretmeye. Koltuklarım kabarırdı. Televizyonu olmayan arkadaşlarımı gördüğüm zaman onları rencide etmezdim ama birazcık hava atardım  belli belirsiz. Onlar anlamazdı. Bazen kızardım bir arkadaşıma, o zaman tehdit ederdim seyrettirmem Heidi'yi. Klara'nın yürümesini göremezsin. O zaman arkadaşım hemen yumuşayıverirdi. Çok hoşuma giderdi bu benim. Arkadaşlarım da çoğalmıştı televizyon sayesinde. Ama her haneye televizyon girdikçe, arkadaş sayım da azalırdı. Bizimki biraz televizyon arkadaşlığıydı.

   Haftanın yedi günü hiç kapanmamacasına televizyon açık kalırdı. Sadece Pazar günleri iki saat. Aslında o saatlerde de kapanmazdı benim sayemde. O iki saatte ne mi vardı televizyonda: Pazar Konseri. Şef eline alır sopayı, kaldırır, indirir, kaldırır indirir. Ve birçok müzik aletinin sesi yükselir, alçalır, yükselir alçalır. Bazen o kadar ritimli olurdu ki, dayanamazdım ayağa kalkar bende eşlik ederdim. Bazen elimde sopa şef olurdum, bazen çello çalardım, bazen keman, bazen viyolonsel, bazen flüt. Müthişti.

   Annemin kulağı alışmamış o tür müziklere, hoş benim de anladığım falan yoktu. Türküden başka radyolarda başka ezgi dinlemezdik ki."yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, arşı arşı memlekete kız vermesinler..!" Annem o saatlerde televizyonda birşey yok diye ya bahçe işlerine dalar ya komşuya oturmaya giderdi. Bende televizyonu açıverirdim. İlk başlarda televizyon seyretmekti gayem, ne olursa. Ama sonraları inanılmaz zevk almaya başlamıştım. Türk Sanat, Türk Halk ve Türk Pop müziklerini de severdim ama klasik müzik bambaşkaydı. Alır götürürdü başka dünyalara. Mozart, Verdi, Wagner, Çaykovski, Lizst, Beethoven bunları bilmezdim, halen de bilmem. Ama bunların ezgileri kulağıma geldiği vakit, ben bu ezgiyi dinlemiştim diyorum. Hatırlıyorum. Hep o günlerden kalma. Hiçbir şey için değil ama TRT'ye sadece bunun için teşekkür etmem gerek. Müzik dinleme kalitemi arttırdığı için.

   Bir gün yine bir pazar günü, annemin gitmesini bekliyorum. Çünkü hoşlanmıyor "kapa şu televizyonu, biraz dinlensin" diye çemkiriyordu. Gitmedi, ve mutfakta yemek yapmaya başladı. Her şeyi göze aldım ve televizyonun kumandasına-pardon- düğmesine basıverdim. bir dakika sonra görüntü ekrana geldi. eski televizyonlar biraz geç açılırdı. Ses daha erken gelirdi. Harika bir ezgi yükselmeye başladı ekrandan odaya..piyano tuşlarında benim parmaklarım vardı, ve ben müthiş bir piyanistim. O bir virtüoz. Gökyüzündeydim ve hiç de inmeye niyetim yoktu. Alkış sesleriyle yer gök inliyordu. "Kapa şunu diyorum, Kapatsana şunu, bak oraya gelirsem fena döverim!" böyle seslerde duyuyordum ama umurumda değildi. Herkesi beğendiremezsin ki sonuçta. Ben bir piyano virtüozuydum. Önce kulağımda bir acı hissettim, sonra televizyonun "plop" diye kapanma sesini duydum. "Hey, ne oluyor!" demeye kalmadan annemin çatık kaşlarıyla karşı karşıya kalmıştım. "Ben sana kapat demiştim değil mi?" serzenişiyle ayak tabanlarım tahta döşemeyle tanıştı. Önce trip yaptım, etki etmedi. Sonra tehdit ettim. Annem çok korkardı, arkadaşlarımla dereye gitmeye. "Ben de arkadaşlarımla dereye gidiyorum" deyiverdim. Annem daha çok köpürdü. Boğulursun, yüzme de bilmiyorsun, falan filan bir sürü öğüt. Hanımefendi dereye yollamazsan, banyo küvetinde mi öğreneydim yüzmeyi, bırakmıyorsun ki. "Ya dere, ya televizyon!" diye annemi ikilemde bıraktım. Annem kaybetmişti. Ben kazanmıştım. Veya tam tersi. Yüzme bilmeyen klasik müzik hayranı, hayali bir piyano virtüozü. Huzurlarınızdayım..

                                                 TEZEL R.Ş.KARABANDOĞLU-ÇOCUKLUĞUMUN TÜRKÜSÜ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder