5 Aralık 2011 Pazartesi

ÇOK GERÇEKÇİ BİR HALÜSİNASYON

                                              Masanın üstünde bir yığın gazete ve dergi, içilen çay, neskafe, türk kahvesinden dibi tortulaşmış ve sararmış kupa büyüklüğünde bir bardak, ve eski model masaüstü bilgisayar duruyordu. Hemen arkasında Atatürk’ün şık, modern giyimli bir portresi asılıydı. Koltuk sallanır cinsten koyu siyah-lacivert karışımı deridendi. Ve adam oturur durumda koltuktan poposunun basenleri birazcık taşıyor gibi görünüyordu. Bence taşıyordu. Bu gibi adamların spora vakit ayıramadığı ortadaydı. Gün boyu abur cubur derken epey kilo alıyorlardı. Hem pek de dert etmiyor gibiydi, genel geçer görüntüsünden bu anlamı çıkarabilirdi. Nerede trak orada bırak felsefesi tam böyle insanlara uygundu. İşinde titiz olduğunu telefonda bir muhabiriyle konuşurken anlamıştı. Mutlaka o adamla konuşulması gerektiği, yoksa haberin havada kalacağı, hiçbir anlam taşımayacağı, hatta diğer rakiplerince atlanılabileceğini sert bir dille muhatabına söylüyordu. Bağırıyordu dense daha doğru ifade olur. Eğer o adamla konuşamazsa gelmemesini hatta mümkünse şehirden de uzaklaşması gerektiğini şakacıktan değil gayet ciddi bir ses tonuyla telefondaki ilgilisine söylüyordu. Ben Karadeniz uşağıyım, yılmam ve dönmem diye kendisini avuttu ama pekala içinde tedirginlik bulutu oluşmaya başlamıştı bile. Böyle durumlarda Karadeniz şivesi iyice belirginleşir, sesi ağlamaklı çatallaşmaya dönüşürdü. İlk sözcük çıkar çıkmaz ağzından, sen Karadenizli misin sorusuna muhatap oluyordu. Hayır Karadenizli olmasından utanmıyordu, bilakis bundan hoşlanıyordu da, ama bu soru  şivesinden dolayı küçümseyici olunca morali bozulurdu. Ve iyice şiveli konuşmaya başlardı. Bu da işine pek yaramazdı. Hiçbir şeyden anlamayıp sadece diksiyonu kuvvetli diye birçok insan işe alınırken kendisi sadece bu yönüyle bile dışarıda kalabiliyordu. Ya babadan zengin olacaksın, babanın işine oturacaksın, ya da ayak işleri yapacaksın. Sanattan, edebiyattan anlıyormuşsun, güzel yazılar yazabiliyormuşsun bunları kimse umursamıyordu. “- Çok güzel konuşuyorsunuz. – Teşekkür ederim, aynı zamanda önceki işyerimde hırsızlık yapmıştım bu yüzden kapı dışarı koydular, ama çok üzüldüler. – Ya öyle mi, ne yapmıştın? – Zimmetime para geçirmiştim, epey bir meblağ tutuyordu ama yakalandım ne yazık ki. – bende üzüldüm, çok yazık olmuş, işe alındın, geç muhasebenin başına. – sizi mahcup etmeyeceğim, bu kez yakalanmayacağım, teşekkür ederim bir kez daha.”

-          Karadenizli misin?
-          İstanbul şivesini laz aksanıyla konuşayirum..ama çok akıcı yazabileyirum..her şey ilgi alanım içerisine girdiği için, pek branşlaşamadım. Ama bu işi çok iyi yapabileceğime inanayirum.
-          İnanıyorsun..
-          Evet, ben de onu dedum; inanayirum..röportaj yapabileyirum, köşe yazısı yazabileyirum her konuda..haber takip edebileyirum, gözüm karadır benim bu konularda. Çocukluğumdan beri ilgi duymuşumdur gazeteci olmak. Bir ara elden yerel bir gazete satmışlığım da vardur çocukken. Bir fırsat tanırsanız sizi mahcup etmeyeceğume inanayirum.
-          İnanıyorsun.
-          Evet; inanayirum.
-          Sen şimdi bir çevrenden bir röportaj ayarla, bir kişiyle görüş mesela, onu güzel bir yazıya dök. Bir göreyim, hoşuma giderse muhabir olarak başlayabilirsin, ama  yaşın da fazla senin. Olsun, röportajın hoşuma giderse işe alacağım seni söz. Şimdi gidebilirsin canım.
“Çevremdekiler mi, pöh başından savdı beni piç kurusu”. Söylene söylene binadan çıktı, şöyle bir geriye binaya baktı. Göğü deliyordu mübarek..göğü delse ne ola ki, binalarla değil haberleriyle göğü delseler ya..nerde..herkes de bir korku vardı..zaman doğruyu yazma zamanı değil, yalakalık yapma zamanıydı. Gazete patronları gazeteci değil işadamıydı ve ihaleler, banka kredileri, vergi kıskacı patronları korkutuyordu. Bu da zavallı gazetecilerin elini kolunu bağlıyordu ne yazık ki. Öylesine ki, yalakalık yapa yapı yama tutmaz hale gelen yalama gazeteciler oluşmaya başlamıştı..gerçekçi, doğrucu, halkın yanında yer alabilen gazeteciler bir bir kapı dışarı ediliyordu. “bu da Karadeniz şiveme taktı herkes gibi..çevremdekilerin her bir şeyini biliyorum..ne röportajı yapacağım ya..hangi özelliklerinden dolayı..yine hayali bir kişi bulmam lazım..bu kez de bant kaydını ister, işe almayacak ya..”

Otobüsten iner inmez etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Burayı hep görmek istemişti. Evine dönmek istemedi, yolunu değiştirdi sırf burayı görebilmek için..otobüs 4 saatte varmıştı..vapurla daha kısa sürebilirdi ama kendisi her zaman için otobüsü tercih ederdi. Ama aksilik, hava inanılmaz bozmuştu, ilk damlacık burnunun ucuna o kadar sert değmişti ki, hemen bir yer bul yoksa seni fena döverim dermiş gibi..ve inanılmaz bir yağmur peşi sıra koyvermişti..abartısız, sepkenli fırtına şeklinde, gök gürültülü şimşekli bir yağmur..aslında yağmuru severdi ama bu kez değil..hiç olmazsa bir otel bulana kadar yağmasaydı iyi olurdu. Şu anda sığınacak bir yer bulsa otelden önce iyi olacaktı. Yoksa üstündekileri değiştirmesi gerekecekti, ve üstündekilerden başka bir şey almayı uygun görmemişti. Çok kalmayacaktı burada. İki gün falan. Buraya gelmeyi ve şöyle kısa bir şehir turu atmayı, iş görüşmesinden sonra yapmayı planlamıştı ama yağmuru hesaplamamıştı. Oysa ilkbahar yağmurunun burada çok şiddetli yağabileceğini bilmesi gerekirdi. İş görüşmesine konsantre olduğu için pek önemsememişti hava durumuna bakmayı. Küçük  valizinin içine yedek iç çamaşırı, iki çift çorap, Hikmet Çetinkaya’nın 70’li yılları anlattığı “Sancılı Yıllar Kuşatılmış Sokaklar” kitabı, ve kendi karaladığı öykü, şiir, roman kalıntılarını yerleştirmişti..

Hemen sığınacak bir yer bulması gerekiyordu, yoksa bu yağmur giysilerini ıslatmayacaktı, kendisini de zatürreeden öte tarafa yollayabilirdi..”Hey mübarek beni mi buldun?” diye göğe söylendi..karşı caddenin kaldırımında bir Kafe gibi bir yer gözüne ilişti..o kadar yağıyordu ki Kafenin ismini okuyamıyordu..görüş mesafesi yok gibi bir şeydi handiyse..bu koca şehrin caddesinde bir Allahın kulu yoktu, ve bu yağmur hepsini dama düşürmüştü kısa süreliğine de olsa..arabalar bile işlemiyor, onlar da bir saçak altına sığınmış gibiydi..adımlarını arttırdıkça yağmur iyice giysilerinin her bir tarafını yokluyordu, ilk kez sevişmeyi deneyen iki sevgili gibi tenlerinde salyalarının  değmeyecek bir yer bırakmamasına kadar. Nihayet Kafe’ye varmıştı, tüm cadde bu Kafe’ye sığınmış gibiydi içeri girer girmez etrafa bakınca..oturacak yer değil, şöyle ayakta durabilecek kadar bir yer bulsa cam kenarında yeterdi..kapının hemen yanındaki cam pervazının bir tarafına elini koydu ve nemli camdan dışarıya caddeye bakmaya başladı. Düşen damlalar, asfalta vurdukça aynı anda zıplayıp tıpkı fıskiye gibi gökyüzüne yükselip, yeni düşen damlalarla kolkola giriyorlardı ve bu kez de daha sert ve daha güçlü asfalta vuruyorlardı. Ve her defasında bu damlalar çoğala çoğala asfaltı kum torbasına çeviriyorlardı..hoşuna gitmişti..belli belirsiz gülümsedi ve cep telefonunu çıkarıp bu anın fotoğrafını çekiverdi..

-          Beyim, buyur çayın!
“çayı ne zaman istedum senden, belki başka bir şey isteyecektum senden, görgüsüz.” diye sertçe kahveci yamağına göz süzdü..ama dışarıdaki Nuh Tufanını düşününce çayı alıverdi. Hem çayı da severdi aslında..Yağmur damlalarından karşı tarafta bir otele benzer bir yere benzetebileceği bir yer gözüne ilişti. Işıklı tabelasından buna yormuştu. Çok büyük binaydı. Ve büyük bir ihtimalle buranın pahalı otellerinden biri olabilirdi. Ne bileyim öyle düşünmüştü işte..caddenin üzeri bir yerde pahalıca bir otel neden olmasın ki..oraya kadar ıslanmayı göze almaya karar vermişti..içerde insanlar tıkılı kaldıkça böylesi bir yağmurda saçak altları da bir işe yaramazdı..küçükçe kabul edebileceğimiz bir kafe’de sigara içilmeye başlanırdı, ve çıkan duman birilerine yasaksavar olarak geri dönüyordu..kendisi de içerdi ama bu kurala nedense uymayı uygun görmüştü hiçbir yasağı takmayan kendisi..

Yağmur pantolonunun rengini değiştirmişti bile, ayakkabısının içine ve çorabına kadar yoklamıştı. Narkotik polisi gibiydi yağmur damlaları, insanın kıçının arasına bile parmak atmıştı. Evet oteldi..tahmin ettiği gibi büyükçe bir otel..içeri girdi..görevliye yanaştı..

-          Bir oda tutacaktum..
-          Üzgünüm beyefendi..odamız kalmadı..
-          Nasıl yani, koca otel burası, tüm odalar nasıl dolar?
Hayret etmişti..meğerse o gün yağmurla birlikte ertesi gün çok önemli bir uluslar arası bir konferans varmış..terör ve bunun önlenmesi ile ilgili..tüm şehrin büyük otelleri ve belki de küçük otelleri hep rezerveymiş..üzgün bir ifade ile bunu görevliden duymuştu.yağmur tüm şiddetiyle şehre kusmaya devam ediyordu..bir an önce oradan çıkıp yağmura sığınmak geçti, yeterince ıslanmıştı zaten..üşümüştü ama bu titremesi üşümekten değildi..içi titriyordu düştüğü bu durumdan..caddenin ilk sokağından içeri daldı..ara yerlerde kaybolmuş küçükçe otel bulabilirdi belki..biraz yürümeye başladı sokaktan içeri..yağmuru umursamaz olmuştu..yenilgiyi kabul etmişti..sokaktan sokağa, bir başka caddeye ve tekrar tekrar sokaklara girip çıkmaya başlamıştı..ve koca şehirde yapayalnız bir kendisi vardı..gökgürültüsü bile Karadeniz şivesiyle gürlüyordu şimdi..”Sen Karadenizli misun da! Sen Karadenizli misun da!” Bir küçük sokağa daldı..ve sokaktan caddenin büyükçe bölümünü görebiliyordu..ve nihayet aradağını o küçük sokakta buluvermişti..bu “küçük”ten çok “büyük” bir lütuftu doğrusu..en nihayetinde Tanrı’da acımıştı Karadenizli kuluna..oda vardı..otel görevlisine oda isteğinden sonra ütünüz var mı diye sormuştu, o da ayarlayabileceğini söyledi. Buna da çok sevinmişti çünkü eşyalarını kurutmak zorundaydı bir şekilde..gerçi kalorifer peteklerinde kurutabilirdi ama böylesine bir otelde doğal gaz bağlı mıydı onu bilememekteydi işin doğrusu..ama yine de haline şükretti..doğal gaz varmış ama kalorifer peteklerinde bir bozukluk varmış, genel bir bakım için hafta sonunu bekliyorlarmış..özür dileyerek görevli bunu iletmişti kendisine.. "kimi kandurayi, ilkbaharda kapattunuz, tasarruf" diye iç geçirdi.. yukarı odasına çıkarken görevli muzip bir yüzle göz kırparak çerezlerden şam fıstığı mı istersiniz yoksa Antep fıstığını mı diye sormasın mı? Pek bir şey anlamamıştı..ama yine de: “- Yanında bira varsa fark etmez benim için, karıştırın” deyivermişti gayri ihtiyari. Görevli vay azgın zibidi dermiş gibi çok saçma bir cevap verdi “- Biraz tuzluya kaçar bu” diye cevap verdi..iyice kafası karışmıştı..iyi o zaman şam fıstığı olsun o zaman..”La havle” çekerek odasına girdi..fıstık da nereden çıkmıştı ya..iyice işkillenmeye başladı..”ne demek istedi bu..hiç olmazsa Karadenizli olduğumu sormadı..buna da şükür..” ıslak elbiseleriyle yatağa oturmak istemedi..yatağın başucunda bir masa ve o masaya iliştirilmiş sandalye vardı..masanın üstünde çevirmeli bir telefon, masa üç sıska bir şişman ayaklı oldukça orantısız görünüyordu..oda bir ucubeydi ama masa o ucubelerin şahı gibiydi..cep telefonunu hemen çıkarıverip masayı hemencecik ölümsüzleştirmişti..masanın öyle komik görünümü vardı ki, Karadenizlilerin Horon’dan sonra gelen en önemli folklor oyunu olan “Üçayak” oynuyor gibiydi..şimdisinin Kolbastısı günün modasıydı ama bu masanın henüz bundan haberi var mıydı, olsaydı bile bunu oynayabilecek dermanı var mıydı orasını bilemezdi tabi o derece komikti görünümü..ütü gelir gelmez elbiselerini çıkarmaya başladı..oda soğuktu..elektrikli sobanın düğmesini 4’e çevirdi..hiç olmazsa elektrik vardı. Bu yağmurda elektriklerin kesilmemesine hayret ediyordu..eli kulağındaydı belki de ve bir an önce o komik masanın üzerinde elbiselerini ütüyle kurutmaya başladı..



Alel acele adımlarını hızlandırdı. Belli ki yetişmesi gereken yere zamanında varamayacaktı. Bir elinde yağan yağmurdan güya kendisini koruyan bir şemsiyesi, bir elinde kulağına dayadığı telefon..kaldırımda telaşlı telaşlı sürttüğü kırmızı papuçlu adımlarını  telefonda muhatabına kesik kesik, birazca sert ama bu sertliğin yanında korku tümceleriyle uydurmaya çalışıyordu. Hani askerlikte eğitimden koğuşlara dönerken askerler marş eşliğinde uygun adım yürürler ama kimi zaman ritmini kaçırıp o arada ayak değiştirirsin ve tekrar ritme uyarsın.

Kadının elbiseleri, yağmurdan korusun diye tuttuğu şemsiyeden bile daha ıslaktı. Saçlarının bir bölümü şemsiyeden düşen yağmur damlacıklarından daha koyu ve cilalı gibi durduğundan orantısız gibi görünmesine neden oluyordu dış görünümünü. Oysa oldukça güzel bir kadına benziyordu.

Telefonda konuşma esnasında marşın ritmini kaybeden askerlerin ayak değiştirmesi gibi sürekli ayak değiştiriyordu konuşma tümcelerinin sonunda. Belli ki çok önemliydi  bu randevusu. Bu havada kaldırıma inmesinin başka bir nedeni olamazdı. Nereden bilecekti bu onun bu kaldırımlardaki son ayak değişiminde olduğu.

Telefon konuşması nihayet sona ermişti. Telefonu çantasına yerleştirir yerleştirmez boşta kalan eli bir yanı ıslanmış saçlarına gitti. Sonra nispeten kuru kalmış diğer bölümüne sürterek güya orantılamaya çalıştı. Köşeyi döndü ve yolun karşı tarafına baktı..

Ve bir gölge düştü, kaldırımların ve duvarın dibine. Bir kol boynuna dolandı. Korkmaya bile fırsat bulamadan göğsünde bir acı hissetti.

Kaldırıma cansız bedeni yüzü koyun düşmüş, yağan yağmur bu kez sarı saçlarını tümüyle orantılı hale getirmişti. Ve aynı zamanda vücudundan sızan sıvıyı da yıkayıveriyordu delil bırakmamacasına..

Ütü işini bitirir bitirmez elbiselerini askılığa düzgün bir şekilde yerleştirip yatağa uzanmak istiyordu..böyle yaparken oda kapısı utangaçça çalınıverdi. Her halde bira ile şam fıstığını göndermişti görevli diye düşündü..Kapıyı açtı ve karşısında üniversiteye yeni kaydını yaptırmış çilli burnuyla lise kaçkını, ela gözlü güzel bir kadınla karşı karşıya kalmıştı. Şaşkınca: “- Buyrun!” diyebildi sadece.
Devam edecek…


                                            Tezel Refik Ş.Karabandoğlu-Çok Gerçekçi Bir Halüsinasyon-Taslak Roman…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder