9 Nisan 2012 Pazartesi

AYNA


foto:Chris Friel

    Bazen bir his gelir, iç organlarını tepeden tırnağa tarar, lazer ışığı gibi, veya bir çip yerleştirilmiş damarlarında dolaşır kanla birlikte. Arar durur, aradığını bulamazsa un ufak ediyormuş sanırsın iç organlarını. Çürüyorsun ve bu çürümüşlüğün kokusu her tarafını sardığı vakit kim olduğunu merak edersin. “-Aslında ben kimim?” sorusu beynini ayın etrafını saran hale gibi sarmalar. Cevap veremezsin. Bildiğin halde sorunun cevabını, susarsın. Korkarsın bunun cevabını duymaya.

   Güzel Türkçemizin tüm kötü nitelemelerini hak ediyorum belki de. “Ahlaksız, şerefsiz, utanmaz, dönek, puşt, ibne, godoş, şeytana ruhunu satan vb.”

   Ulaşılamayacak hayallerin peşinde koşup durmuş Kabe yolcusu bir karınca..

   Ceviz ağacından yere düşen ve tüm gün günışığına maruz kalıp kabuğundan çatlamış, toprağa selam duran ceviz ağacının meyvesi.. ve dönüp baktığı zaman içinde oluştuğu kabuğu beğenmeyen Çingene(halk arasında aslını beğenmeyenlere söylenen, aslı astarı olmayan bir niteleme).

   İnsanlara kendini beğendirmek, onların arasına girebilmek için kılıktan kılığa giren bukalemun palyaçosu..

   Ve yaşadığı, yaşattığı her kötü durum sonrasında o kahramanını oracıkta boğuveren seri katil..

   Oysa benim de hayallerim vardı. Ulaşılmaz dememe bakmayın siz. Öyle ulaşılmaz hayallerim yoktu benim. Hayallerim benim için ulaşılmazdı. Şehirden şehre bir göçebe, modern zamanların Evliya Çelebisi, bu kadar.

   Şu an neyim, hiçbir şeyim. Hiçbir şey olan insanların, söz hakkı yoktur, savunma hakkı yoktur. Sana sormadan üstünde tasarruf etme hakkını elde etmiş sanırlar. Ve bunlara uymayı ısrarla beklerler. Hiçbir şeysin çünkü. Bugüne kadar benden istenilen şeyler bana bu hayatta bir şey kazandırmayacak şeyler.

   Bir fabrikanın kapısını beklemek, veya bir resmi kurumun kapısında durmak. Ayda 10.000 tl alsam ne olur? Böyle işte çalışmak, ne verecek, ne öğretecek, ne kazandıracak. Ekmek parası. Maaşı atm’den çeker çekmez, bir fırına gidip bir ekmek istersin. Gidersin evine. Korsun masanın üstüne. Yersin, kimseye muhtaç değilsindir. Ama mutsuzsundur. İşini sevmiyorsundur. Avuturlar böyle bir iş bulmuşsun bu zor zamanda, aman sebat et, yaşında ilerledi, bu saatten sonra ne bulup, ne yapacaksın. O kadar mutsuzsun ki özel ilgi alanlarını da terk etmişsin, işe gidiyorsun her sabah, eve geliyorsun. Sinema, tiyatro, edebiyat, spor, sanat, bunları unutuyorsun. Yakıştıramıyorsun bunları kendine. Ruh sağlığın bozulur bunun sonucunda beden sağlığında etkilenir. Ama hiç olmazsa sosyal güvencen var. Doktora, ilaca para vermiyorsun. Teselliye bak..sağlığım bozulmuş ulan.

   Küçümsemiyorum. Kendime yorumluyorum bunu. Hiçbir işi, hiçbir mesleği, ve bu işleri yapan insanları küçümsemek ne haddime. Her mesleğin kendine göre kutsiyeti vardır. İşini son derece sağlıklı yapan “simitçi” benim için dünyanın en değerli kişidir. Samimiyim. Hiç para almayayım ama seveceğim, verim sağlayacağım bir işte çalışmayı, hatırı sayılır ücret alıp, ama o işten memnun olmadan çalışmaya veya mesleğe yeğ tutarım. Bu benim görüşüm ve kimseyi bağlamaz.

   Çok uzun zamandır suskunum aslında. Yukarıda belirttim. Ben hiç konuşmadım. Benim adıma başkaları konuştu, başkaları karar verdi. Bende onlara kendim olmayan, kendilerini sundum. “İlkokul birinci sınıftayım. Öğretmen fiş tahtasında, iplere asılan fiş tümcelerinden bir kaçını ayırdı ve onları karışık sözcükler halinde dizdi. Ve bize dönerek: - Bu karışık olarak dizdiğim fiş sözcüklerini, düzgün bir tümce haline kim getirmeyi ister” diye sordu.

   Sınıftakilerin tümü ve ben parmak kaldırdık, öyle ki birçoğumuz o kadar istekliydi ki iki elimizi birden kaldırıyorduk. Öğretmen tıpkı fiş tümcelerini karıştırdığı gibi, her birimizi  fiş tahtasına kaldırmaya başladı. Tahtaya kalkan öğrenciler bir türlü karışık olarak dizilmiş sözcükleri, sıralayıp düzgün  tümceler haline getiremiyordu. Ve her yanlışta, yerimde duramıyor, öğretmenimin gözüne parmağımı sokuyordum handiyse. – Öğretmenim ne olur, ben yapayım.

   Hayır; öğretmen kaldırdığı öğrencileri birer defa daha kaldırıyor, ama beni  nedense es geçiyordu. Anlayamıyordum. Ne yapmıştım öğretmene. Usluydum, biraz eziktim ama yalanım, dolanım, hırsızlığım, arsızlığım yoktu. Saygıdan asla vazgeçmedim. En çok ağlama isteği duyunca, okuldan kırlara kaçar, karıncalara, kelebeklere, papatyalara, meşe ağacına, pirenlere, küçük maki dikenlerine sessiz sessiz ağlardım. Onlara dökerdim içimi. Şimdi de aynısını yapıyorum.

   Parmak kaldırmaktan yorulmuştum. Çişim de gelmişti üstelik. Yaşıtlarımdan çok önce yazılmıştım okula. Henüz 5 yaşındayım. Artık tahta için değil, tuvalete gitme izni için parmak kaldırmaya başlamıştım. Yine görmedi. Yok muydum orda. Tahta sıraya elimi sürdüm. Arkadaşıma dokundum. Vardım, ama bir türlü görmüyordu. Tutuyordum hem gözyaşlarımı hem çişimi. İkisinden birini tercih edecektim.

   Elime kalemi aldım, çizgili fiş defterine ‘Sabah oldu, dişimi fırçaladım, kahvaltı ettim, okul önlüğümü giydim, okul çantamı aldım, okula geldim, zil çaldı, derse girdim.’ Yanlış hatırlamıyorsam tam olarak böyleydi sanırım. Öğretmen fiş tümcesini kendisi düzenlerken fiş tahtasında arkadaşlarıma ezik, suçlu bir şekilde baktım. Arkadaşlar bana bakıp gülüyorlardı. Öğretmen benim olduğum yere dönüp baktı, yerde küçük bir okyanus oluşmuştu.”

   Bir daha söz istemedim.

   Çocuk b.kundan belli olur derler ya, kimse “Klerins”e güvenmiyordu.

   Ben bir aynayım.

   Bana bakın ve..

T.R.Ş.KARABANDOĞLU
ÇOCUKLUĞUMUN TÜRKÜSÜ-AYNA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder