foto:Chris Friel
Bazen bir his
gelir, iç organlarını tepeden tırnağa tarar, lazer ışığı gibi, veya bir çip
yerleştirilmiş damarlarında dolaşır kanla birlikte. Arar durur, aradığını
bulamazsa un ufak ediyormuş sanırsın iç organlarını. Çürüyorsun ve bu çürümüşlüğün
kokusu her tarafını sardığı vakit kim olduğunu merak edersin. “-Aslında ben
kimim?” sorusu beynini ayın etrafını saran hale gibi sarmalar. Cevap veremezsin.
Bildiğin halde sorunun cevabını, susarsın. Korkarsın bunun cevabını duymaya.
Güzel Türkçemizin tüm kötü nitelemelerini hak
ediyorum belki de. “Ahlaksız, şerefsiz, utanmaz, dönek, puşt, ibne, godoş,
şeytana ruhunu satan vb.”
Ulaşılamayacak hayallerin
peşinde koşup durmuş Kabe yolcusu bir karınca..
Ceviz ağacından yere
düşen ve tüm gün günışığına maruz kalıp kabuğundan çatlamış, toprağa selam
duran ceviz ağacının meyvesi.. ve dönüp baktığı zaman içinde oluştuğu kabuğu
beğenmeyen Çingene(halk arasında aslını beğenmeyenlere söylenen, aslı astarı
olmayan bir niteleme).
İnsanlara kendini
beğendirmek, onların arasına girebilmek için kılıktan kılığa giren bukalemun
palyaçosu..
Ve yaşadığı,
yaşattığı her kötü durum sonrasında o kahramanını oracıkta boğuveren seri
katil..
Oysa benim de
hayallerim vardı. Ulaşılmaz dememe bakmayın siz. Öyle ulaşılmaz hayallerim
yoktu benim. Hayallerim benim için ulaşılmazdı. Şehirden şehre bir göçebe,
modern zamanların Evliya Çelebisi, bu kadar.
Şu an neyim, hiçbir
şeyim. Hiçbir şey olan insanların, söz hakkı yoktur, savunma hakkı yoktur. Sana
sormadan üstünde tasarruf etme hakkını elde etmiş sanırlar. Ve bunlara uymayı
ısrarla beklerler. Hiçbir şeysin çünkü. Bugüne kadar benden istenilen şeyler
bana bu hayatta bir şey kazandırmayacak şeyler.
Bir fabrikanın kapısını beklemek, veya bir
resmi kurumun kapısında durmak. Ayda 10.000 tl alsam ne olur? Böyle işte
çalışmak, ne verecek, ne öğretecek, ne kazandıracak. Ekmek parası. Maaşı atm’den
çeker çekmez, bir fırına gidip bir ekmek istersin. Gidersin evine. Korsun masanın
üstüne. Yersin, kimseye muhtaç değilsindir. Ama mutsuzsundur. İşini sevmiyorsundur.
Avuturlar böyle bir iş bulmuşsun bu zor zamanda, aman sebat et, yaşında
ilerledi, bu saatten sonra ne bulup, ne yapacaksın. O kadar mutsuzsun ki özel
ilgi alanlarını da terk etmişsin, işe gidiyorsun her sabah, eve geliyorsun. Sinema,
tiyatro, edebiyat, spor, sanat, bunları unutuyorsun. Yakıştıramıyorsun bunları
kendine. Ruh sağlığın bozulur bunun sonucunda beden sağlığında etkilenir. Ama hiç
olmazsa sosyal güvencen var. Doktora, ilaca para vermiyorsun. Teselliye bak..sağlığım
bozulmuş ulan.
Küçümsemiyorum. Kendime
yorumluyorum bunu. Hiçbir işi, hiçbir mesleği, ve bu işleri yapan insanları
küçümsemek ne haddime. Her mesleğin kendine göre kutsiyeti vardır. İşini son
derece sağlıklı yapan “simitçi” benim için dünyanın en değerli kişidir. Samimiyim.
Hiç para almayayım ama seveceğim, verim sağlayacağım bir işte çalışmayı, hatırı
sayılır ücret alıp, ama o işten memnun olmadan çalışmaya veya mesleğe yeğ
tutarım. Bu benim görüşüm ve kimseyi bağlamaz.
Çok uzun zamandır
suskunum aslında. Yukarıda belirttim. Ben hiç konuşmadım. Benim adıma başkaları
konuştu, başkaları karar verdi. Bende onlara kendim olmayan, kendilerini
sundum. “İlkokul birinci sınıftayım. Öğretmen fiş tahtasında, iplere asılan fiş
tümcelerinden bir kaçını ayırdı ve onları karışık sözcükler halinde dizdi. Ve bize
dönerek: - Bu karışık olarak dizdiğim fiş sözcüklerini, düzgün bir tümce haline
kim getirmeyi ister” diye sordu.
Sınıftakilerin tümü
ve ben parmak kaldırdık, öyle ki birçoğumuz o kadar istekliydi ki iki elimizi
birden kaldırıyorduk. Öğretmen tıpkı fiş tümcelerini karıştırdığı gibi, her
birimizi fiş tahtasına kaldırmaya başladı. Tahtaya kalkan
öğrenciler bir türlü karışık olarak dizilmiş sözcükleri, sıralayıp düzgün tümceler haline getiremiyordu. Ve her yanlışta, yerimde duramıyor,
öğretmenimin gözüne parmağımı sokuyordum handiyse. – Öğretmenim ne olur, ben
yapayım.
Hayır; öğretmen
kaldırdığı öğrencileri birer defa daha kaldırıyor, ama beni nedense es geçiyordu. Anlayamıyordum. Ne yapmıştım öğretmene. Usluydum, biraz
eziktim ama yalanım, dolanım, hırsızlığım, arsızlığım yoktu. Saygıdan asla
vazgeçmedim. En çok ağlama isteği duyunca, okuldan kırlara kaçar, karıncalara,
kelebeklere, papatyalara, meşe ağacına, pirenlere, küçük maki dikenlerine
sessiz sessiz ağlardım. Onlara dökerdim içimi. Şimdi de aynısını yapıyorum.
Parmak kaldırmaktan
yorulmuştum. Çişim de gelmişti üstelik. Yaşıtlarımdan çok önce yazılmıştım
okula. Henüz 5 yaşındayım. Artık tahta için değil, tuvalete gitme izni için
parmak kaldırmaya başlamıştım. Yine görmedi. Yok muydum orda. Tahta sıraya
elimi sürdüm. Arkadaşıma dokundum. Vardım, ama bir türlü görmüyordu. Tutuyordum
hem gözyaşlarımı hem çişimi. İkisinden birini tercih edecektim.
Elime kalemi aldım,
çizgili fiş defterine ‘Sabah oldu, dişimi fırçaladım, kahvaltı ettim, okul
önlüğümü giydim, okul çantamı aldım, okula geldim, zil çaldı, derse girdim.’
Yanlış hatırlamıyorsam tam olarak böyleydi sanırım. Öğretmen fiş tümcesini
kendisi düzenlerken fiş tahtasında arkadaşlarıma ezik, suçlu bir şekilde baktım. Arkadaşlar
bana bakıp gülüyorlardı. Öğretmen benim olduğum yere dönüp baktı, yerde küçük
bir okyanus oluşmuştu.”
Bir daha söz
istemedim.
Çocuk b.kundan belli
olur derler ya, kimse “Klerins”e güvenmiyordu.
Ben bir aynayım.
Bana bakın ve..
T.R.Ş.KARABANDOĞLU
ÇOCUKLUĞUMUN TÜRKÜSÜ-AYNA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder