25 Eylül 2011 Pazar

KİREMİT..


Anadolu’nun o çok güzel yerlerine pek çok sefer gitmişti ama buralara ilk defa geliyordu. “Ne güzel yerlermiş, keşke daha önce gelip görseymişim .” pişmanlık tümcesini boşluğa salıverdi. Seyahat etmeyi çok severdi. Para kazanma amacıyla değil, Anadolu’yu keşfetmek, Anadolu’nun sevecen, bir o kadar acılarla yoğrulmuş insanlarını tanımak, onlarla dertleşmek içindi yollara düşmesi. Otobüsler, trenler vazgeçilmezdi onun için. Hava yolunu hiç kullanmazdı. Kendisi de biraz havalı değil miydi, ne gereği vardı uçağa. Bazen hasta olduğu zamanlar, bu güzel yerlere gelemeyince çok üzülüyordu. Hasta yatağında dönüp duruyor, bedenine bir dolu küfür ediyordu. Ama hastalığı bile o’na yardım ediyordu bazen. Ateşi çıkınca, rüyalar görmeye başlıyordu. Bir kuş olup bu kez Anadolu’yu havadan dolaşıyordu. Bu rüyalarını herkese anlatır, lakabı “havalı” olarak anıla gelmişti yaşadığı mahallede. Bu kez hasta değildi ve şu anda bulunduğu Karadeniz’in şirin kasabasına şehirler arası otobüs’le aktarmalı gelmişti. Yol boyunca fotoğraf makinesi, mini kamerasıyla arşivlik görüntüler alırdı. Gerçi gözleri bir fotoğraf makinesiydi, aynı zamanda kamera. Çok iyi görsel hafızaya sahipti. Kendisiyle övünç duyardı. Fotoğraf makinesi ve mini kamerayı arşiv için kullanırdı.

Tipik Karadeniz evleri, rengarenk, başka bir yerde olsa böyle evler uyumsuz, itici gelebilir pek çok kimseye ama burası Karadeniz’di ve buraya özgüydü ve kendisine de çok yakışıyordu doğrusu. İnsanları da böyle değil miydi? Anadolu insanının doğasında, genlerinde vardır, insanları coşkulu sevme. Misafirlik kavramı dünyanın hiçbir yerinde bu kadar anlam bulmamıştır. Karadeniz insanı bu kavramın en tipik özelliklerini yansıtan birinci dereceden örnekti. Minibüsten henüz inmişti. Seyahate çıkmadan, gideceği şehri google’den inceler, kasabaların ve köylerin isimlerini bir kağıda yazar torbaya doldurur, ve tombala çeker. İçinden çıkan beş köye veya kasabaya mutlaka uğrar. Varsa gezilecek, görülecek yerleri, özellikle tarihi mekanları, tarihi eserleri incelerdi. Ama daha çok insanlarla kaynaşmak, onlarla hem hal olmayı severdi.

Minibüs çok sabah düştüğünden, çok ıssız gelmişti buraları. Sonuçta küçük sahil kasabacığına bağlı az haneli bir köydü. Böyle küçük yerler daha hoşuna giderdi. Bazen torbadan çıkan büyükçe köyleri es geçer, küçük yerlerle değiştirirdi. Hile yaptığı zamanlar da oluyordu hani. Küçük yerlerde insanlar  birbirini tanırdı. Ve kendiside hemen hepsiyle tanışmak isterdi. Döndüğünde oralara kendinden bir parça bırakmış gibi hissederdi. Yeni bir yer görene kadar o gittiği şehri över, kendisini de oralı olarak kabul ederdi. Dar ve kıvrımlı yollar hem güzeldi ama biraz yormuştu kendini. Yetmişlik içmiş gibi başı dönüyordu. “eyvah çok erken düştüm” düşüncesiyle küçük sokakçıkta ilerlemeye başladı. Bu saatte şöyle balkonunda oturan birisine rastlayıp, soğuk ayranını içmeyi o kadar istiyordu. Bu konularda kendini kediler gibi şanslı görürdü. İçinde insan sevgisi olana Allah hep yardım ederdi. Sokakçık diyebileceğimiz kaldırımsız yolda ilerlemeye başladı. Gözü alıştıkça evlerin tümünü İstanbul’un eski ama tarihi köşklerin yapısına benzetmeye, o evlere olduğundan daha heybet biçmeye başlamıştı. Abartmayı pek sevmese de bunu Anadolu’ya borcunu geri vermek gibi görürdü.

Bir an için sokaçık’ın  orta yerinde durup, radarımsı gözlerle evleri taramaya başladı. İn cin top atıyor gibiydi. “Bu kez şanslı değilim galiba!” diye düşünürken o evi fark etti. Diğerlerinden ayıran tek özelliği kiremitleriydi.  Yoksa bu gördüğü ev de tıpkı diğer evler gibi iki katlı, küçük bahçesi olan şirin mi şirin Karadeniz eviydi. Ama kiremitler çok ilginçti. Acaba gün ışığı mı gözlerine yanılsama yapıyordu. Hayır bir farklılık vardı bu kiremitlerde. Ve kiremitler ile ilgili beyninde düşünsel bir öykü oluşmaya başlamıştı bile. O kadar çabuk öykünün yarısına gelmişti ki, galiba bu öykümü bitireceğim diye sevinmeye başlamıştı. ilk sonunu getireceği öykü bu olacaktı. Öykü yazmayı çok severdi. Anadolu’nun insanları öyle bir öyküye sığmazdı. Öyleyse birçok öykü yazmam gerekir diye düşünürdü. Düşünürdü düşünmesine ama, bunları bir türlü sonlandıramazdı. Sonlandırırsa bir daha o insanlara kavuşamaz, o yerlere gidemeyeceğini düşünürdü. “Batıl inançlım benim” diyerek kendisine yarı şaka yarı ciddi özeleştiri getirirdi. Umarım bu evde bu saatte uyanık birine rastlayayım düşüncesiyle kiremit öyküsüne devam etti. İnanamıyordu, yaklaştıkça kiremitlerin büyüsüne iyice kaptırmıştı kendisini, yaklaştıkça evin büyüsü içine almış, ev şu an kendisi olmuştu, saçları o kiremittendi şimdi. küçük balkonlu bir ev ve tavukları alçak bahçe duvarından görebiliyordu. “Tavuklar bahçede dolaşıyorlarsa, onları kümesinden dışarıya koyuveren birisi şu an uyanık olması gerekir değil mi” diyerek umutla  o eve doğru hızlıca yürümeye başladı. Heyecanla “balkonda birisi var!” diye sanki yanında biri varmışçasına sesli sesli söylendi.

Bahçe kapısı tahtadan, yukarıdan aşağıya birbirine geçmeli laz dilinde “franguli” dediğimiz türdendi. Franguli’yi heyecanla geçirilen çentikten yukarı kaldırdı, tekrar aynı şekilde franguliyi çentiğe yerleştirdi. Çok güzel yaşlı bir teyze vardı karşısında. Bembeyaz yüzlü, yaşını asla göstermeyen zarif yüz hatlarıyla, renkli kırmızı beyaz benekli yazmasıyla, kap kara zeytin gözleriyle ve kısacası giyimiyle, kuşamıyla, duruşuyla tam bir eski İstanbul Hanımefendisiydi karşısındaki. Kartpostallarda görülen eski İstanbul Hanımefendisi.
-          Selamun aleyküm, günaydınlar hanım teyzeciğim, ben bir gezginim. Modern Evliya Çelebi, o’nun kadar görgülüsü değil, kusuruma bakma, böyle damdan düşer gibi, sizden izin almadan bu saatte rahatsızlık veriyorum. Çok uzun yollardan buraları görmeye, bura insanlarını tanımak arzusuyla sizin köyünüze gelmiş bulundum. Çok da susadım. Hem suyunuzu içerim hem sizi tanıma fırsatı bulmuş olurum, eğer buna izin verirseniz tabi.
-          Günaydın, hoş geldin delikanlı. Ne demek, siz şöyle geçin, suyunuzu getireyim, yanında başka ne alırsın yavrum, karnın açsa kahvaltı yaparız birlikte. Henüz ben de yapmadım. Birlikte yapıveririz. Hem beni tanımak istiyordun ya işte sana tanıma fırsatı. Öyle çok büyük öyküm yok ama olsun ben de senin gibi yeni yüzleri tanımak istemişimdir her daim. Buralara çok yeni yüzler gelmez, gelse bile bize uğramaz.
Sadece giyimiyle ve kuşamıyla değil, ses tonuyla kendini bir anda kız kulesini seyderken bulduruveren İstanbul Türkçesi vardı. “Buralı değildi, yeni İstanbullu da değildi, yeni İstanbulluları da biliyoruz, doğma büyüme İstanbullu, Osmanlıdan kalma hem de, ama buralarda ne işi vardı, küçük bir yer burası, benim gibimi acaba” diye düşüncelerle kiremit öyküsünü yazmaya devam ediyordu. O kadar hızlı düşünüyordu ki, kadın bu düşüncelerinin elbette farkında değildi.
-          Şebnem, kızım misafirimiz var kahvaltıyı biraz çoğalt, çayın demini iyi ayarla. Hadi kızım.
Seslenişiyle kiremit öyküm yarıda kaldı.

Devamı var…..

TEZEL REFİK KARABANDOĞLU- ANADOLU YOLLARI-1..(foto:chris miller)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder